Y A Ş A M A K V E U M U T O L M A K…
“İnsan, Allah’ın(c.c.) umududur.”
Aklımın kıvrımları arasına girerek zihin kodlarıma inebilen; anlayış, anlatım, düşünce ve fikirleriyle beni derinden etkileyen, hatta sarsan ve silkeleyen; yerleşik düşünce sistemimi önce bozan, sonra düzelten ve yeniden formatlayan, tasavvur ve tahayyül dünyamın sınırlarını söz, açıklama ve yorumlarıyla genişleten, hayata, insana ve hadislere bakış açımı değiştirerek farklı zaviye, yüksek seviye kazandıran, ötelere sıçratan; düşünür, yazar ve ilim adamı Mustafa İSLAMOĞLU’ n dan bu sözü ilk duyduğumda çok şaşırmıştım… anlamakta, anlamlandırmakta hayli zorlandığımı da söyleyebilirim. Sonra bu söz, kendine has vurgusu ve o güçlü anlatımıyla, yeni ve değişik anlamlar, buna bağlı geniş ve zengin ufuklar, farklı boyut ve manzaralar oluşturmaya başladı. Engin görüş ve bilgisi, akıcı, açıklayıcı ve çarpıcı anlatımı, bilgiye hayat veren, canlılık ve dirilik kazandıran üslubuyla, Mustafa İSLAMOĞLU bu sözü açıkladı mı, yorumladı mı tam bilemiyorum… hatırımda kalmamış. Ne ki, ben bu sözü duyduğum gün ve sonrası, üzerinde çokça kafa yordum, ürettiğim sorularla bu sözdeki gerçek mana ve maksadı bulmaya çalıştım. Tasavvurumda hayata, insana ve yaşanan olaylara dair bazı şekiller, biçimler, tarz ve tavırlar ortaya çıktı. Çok çeşitli düşünceler içine girdim; her düşünceden bir fikir oluşturmaya, yaşadığım veya yaşanan mesele, hadise ve olaylara bu sözü uyarlamaya, hayat boyutu kazandırmaya uğraştım durdum.
Zihnimi meşgul eden en önemli ve can alcı soru hep şu oldu; nasıl oluyor da insan kendisini yaratan “O” mutlak ve aşkın güce umut oluyordu? Bu soru karşısında zihnim bazen duruyor, bazen yoruluyor, bazen de bulanıyordu; ama düşünmeye hep devam ettim. Yaratan, yarattığı varlığı umut beller miydi, ona umut bağlar mıydı? Bu nasıl ve ne biçimde tezahür veya tecelli ederdi… edebilir miydi?
Günler sonra herkesin çok merak ettiği, tarih belirlemeye, gün vermeye kalktığı kıyamet günü aklıma gelip oturdu; neden kıyamet kopacaktı ki… Allah (c.c.) yarattığı her şeyi neden yok edecek, farklı bir yaklaşımla ilk yarattığı duruma dönüştürecekti; bundaki ilahi maksat ve muradı ne olabilirdi ki. İşin içinden çıkamayacağım bir an cevap kendi gizemi içinde geldi, ansızın zihnimde beliriverdi… aklımla beraber içim aydınlandı. Sanıyorum o an gülümsedim. Allah insanı kendi için yaratmış, diğer varlıkları da insanın emrine amade kılmamıştı; bunu biliyorduk. Eşyayı kullanabilme kabiliyetimiz bu amade kılmaya bağlıydı. İnsan ne zaman Allah’a umut olmaktan çıkar veya Allah insandan umudunu keserse, bu amade kılma sona erecek, eşya insanın kullanımı dışına çıkacak, Allah’ın emrine girecekti. İşte o an Sura üflenecek, kıyamet kopacaktı… kıyamet günü hesabı yapanlara duyurulur. Zihnimde şekillenen bu manzara kendimce çok mantıklı ve hayata uygundu; ancak olacağı ve mutlak doğruyu yalnız ve sadece Allah (c.c.) bilir.
Rahmetiyle, mağfiretiyle âlemleri kuşatan Allah umutsuz kalabilir miydi? Hele ki varlıkların en şereflisi ve en donanımlısı olarak yarattığı insandan neden ve nasıl umut keser veya kesebilirdi? Bu seferde bu sorular yumağında buldum kendimi; nedenler, niçinler çağlayanında günlerce çırpındım... çırpındım. Umudun kelime anlamını söz dağarcığımda aradım, hayat içinde nasıl ve nerelerde kullanıldığına baktım. Gördüm ki umut hayatla kurulan bağla alakalı bir olgu veya duygu… yani insan bir şeyle bağ kurabildiği ölçüde umut sahibi oluyor. Acaba Yüce Allah cephesinde de durum böyle miydi; bağ kurduğu için mi insan Allah’a umut oluyordu. “Biz insana şah damarından daha yakınız.” ayet meali bu soruyu cevapsız bıraktı, geçersiz kıldı. Neden mi? İnsana ruhundan üfleyen ve şah damarından daha yakın olan Allah, bağ kurmanın ötesinde başka bir olgu veya duyguyla insana yaklaşıyor olmalıydı. Neydi bu olgu veya duygu… neydi; nasıl bir yaklaşım biçimiydi bu…
Hilafet olabilir miydi bu olgu veya duygu… netleştirmek çok zor. Yani insanın “O” mutlak güç ve kudret sahibi adına yaşaması, “O”nu bilmesi ve idrak etmesi, “O”na inanması ve güvenmesi, “O”nun adına iş görmesi, yaratılan her şeyde “O”nun ilim ve hikmetini araması. Bir yerde emanet, vekâlet ve velayet görevi… belki de hayatın yükü ve sorumluluğu.
Sonra insan Allah’la olan bağını koparırsa ne olur diye düşünmeye başladım. İşte bu düşünce beni farklı bir alana taşıdı… umutsuzluk ve kıyamet bu noktada daha net ve duru bir biçimde ortaya çıktı. Demek ki insan Allah’la bağını keser veya koparırsa, Allah’ın umudu olmakta çıkıyordu; yoksa Allah yarattığı her şeyle her an ve her şekilde irtibat halinde. Allah’ın umudu olan insan, umut olmaktan kendi aklı, iradesi ve davranışlarıyla çıkıyor olmalıydı; yani şah damarını kesiyor, kendisine şah damarından daha yakın olan Allah’la rabıtasını koparıyor. Bu durum karşısında her şeyi yaratan ve insanın emrine sunan Allah’a düşen sizce ne olur; hayat denen bu sunumu, bu nimet ve lütufları geri almak mı? Yoksa kıyamet günün diye bildiğimiz kâinatı ilk haline çevirmek mi? Varın buna siz karar verin.
“Allah’ sız kalmak, hayatsız kalmaktır. Allah’ sız kalmak akılsız ve iradesiz olmaktır. Allah’ sız kalmak bilememek ve seçememektir. Allah’ sız kalmak kadir kıymet bilmemek; kıyameti koparmaktır.” Denecek başka şey kaldı mı? Bence yok… var diyen çıkar mı? Çıkıyor ki, Allah umutsuz kalıyor veya bırakıyoruz…
Tam bu noktaya geldiğim an akılıma şu soru geldi, kuruldu: “Neden insan kendisini yaratan Allah’ la bağını keser veya koparır; sonra öyle kolay ve basit mi bu… mümkünü var mı?” Aklı başında olan bir insan bunu nasıl yapar veya yapabilir? Ölümü gören, bilen ve ürken; kıyamet hesabı yapan, nasıl ve ne şekilde kopacağını merak eden, korkusunu çeken; hayat içinde belirtilerini arayan insan, neden kıyametin kopmasına sebep olur veya olabilir ki. Oluyor işte; kendi hayatıma dönüp bakınca bunu nasıl olduğunu birazcık anlıyorum; nasıl mı, anlatayım.
İnsan, dünya hayatında yer tutan her şey gibi iki kutuplu yaratılmış… bir yanında iyilik var, diğer yanında kötülük. İdrak ve kabul bir yanında, diğer yanında inkâr ve ret… İşte akıl ve irade, yani bilme ve seçme hakkı burada devreye giriyor; Yüce Allah tarafından insana bahşedilme sebebi de bu olsa gerek. İnsanın bu iki üstün vasfı kullanıp, kullanmaması yine bu bahşedilen akıl ve iradeye bağlı… öyle görünüyor. Çekinerek kendime ait bazı özel konulara girmek istiyorum. Neden çekinerek, çünkü toplumun genel algısı yaşananları saklamak yönünde; ama olsun, bir parça kendi hayatıma gireceğim.
Sigarayı bırakalı on altı sene oldu; sağlığa zararlı bu maddeyi neden yıllarca kullandığımı düşünüyorum; ne yazık, bu güne kadar makul ve mantıklı bir cevap bulamadım. Severek, isteyerek ve keyif alarak bu zararlı maddeyi yıllarca ben kullandım; on altı yıl önce tiksinen, nefret eden ve bırakan da yine ben oldum. Ben hep aynı insansam, o zaman değişen neydi? Akılsa, hala aynı aklı taşıyorum, iradeyse yine aynı. Peki, dün vazgeçilmez bildiğim, bu gün niye tercih sebebim değil… hayatımda yeri yok.
İş sadece sigarayla kalsa iyi, yazmaya utandığım bir sürü anlamsız, amacı olmayan kötü alışkanlık daha var geçmiş hayatımda. Bunları yazabilme cesaret ve dürüstlüğüne gün nasıl sığınabiliyorsam; dün yalanı, yanlışı, hatta inkarı sağlam ve muhkem kale görende yine bendim. Bunları düşünmek bile kırılması güç benlik denen insan egosuna ağır geliyor, yıpratıyor olsa da yazmak zorundayım. Artık biliyorum ki, insan akılsızlığı Allah’tan kaçmak için seçiyor, iradesini kullanmama sebebi de Allah’la bağını koparmak için. İnsan Allah’tan kaçarak sahipsiz kalmak, iradesini devre dışı bırakarak başıboş ve kuralsız yaşamak istiyor. Mümkün mü bu… elbette hayır. Yalana, alkole ve kumara sığınanlar bilsin ki bu davranışlar insanın yaratılış anlamını yitirmesi, amacından uzaklaşması, yetki ve sorumluluğundan kaçması, fıtratında var olan bilme ve seçme hakkını ya hiç kullanmaması, ya da yanlış kullanması, aidiyet duygusunu bastırması, ruhun ikaz sesi olan vicdanına kulak vermemesi sonucunu doğurmakta. Daha açıkçası, iki kutuplu olan insanın kötü, çirkin ve yanlış tarafını ön plana çıkartarak yaşama cabasıdır bu olup, biten. Yani, umut olmaktan çıkması ve umutsuzluğu seçmesi…
Küçük bir misalle bu konuyu değiştirmek, başka bir mecraya taşımak istiyorum. Bahçesine ektiği birkaç marul, bir iki sıra nane ve maydanoz bile, insanın hayatla kurduğu bağdır. Her sabah uyandığında o küçük bahçeye uğramadan, yeşeren ve yaşamaya çalışan o bitki kümesine göz atmadan, onları sevip, okşamadan duramaz. Vakti gelince itinayla çapalar, sular; serpilip büyümelerini büyük bir keyifle seyreder. Kurduğu bu bağ kendi yapısı içinde hayati bir olgu, insani bir duygudur; yani umut. Bu hayati olgu ve insani duyguyla oluşan bağ; her yürekte sevgi, huzur ve sükûnet olur… yani umut. Her akıl, irade ve vicdan için ortaya çıkan bu manzara bilgidir, tecrübedir, hayata karşı saygıdır… yani umut. Her ne sebeple olursa olsun, misal olarak verdiğimiz bu bahçe hasar görmemeli, ayaz vurmamalı, hoyrat bir el tarumar etmemelidir; böyle bir halin vuku, bahçe sahibini çok üzer, perişan eder, yıkımı olur. Böyle bir hal, o insanın her sabah yeşeren ve yeşertmeye gayret ettiği umudun kararması, solması, yerle bir olmasıdır. Ya insanı yaratan, donatan, her çeşit nimeti önüne seren Allah ne yapsın, yarattığı bu varlığı umut bilmesin mi? Üzerinde titremesin mi? Onun kendinden uzaklaşması, kopması, hatta varlığını inkâr etmesi halinde nasıl davransın. Bunu Allah cephesinden anlamak ve anlatmak çok zor, hatta imkânsız; insani duygularla sezmek, verdiğimiz bahçe misaliyle biraz anlamak ve açıklamak mümkün gibi…
Yine Mustafa İSLAMOĞLU o günkü konuşmasında diyordu ki: “İnsanın umudu da imanıdır; iman, umut olduğu kadar insan için en büyük imkândır da. Sadece maddi ihtiyaçları yoktur insanın, manevi ihtiyaçları da vardır; manevi ihtiyaçlarını imanıyla karşılar ve giderir. İman, Allah(c.c.) tarafından insana bahşedilen en büyük lütuf ve ihsandır.”
Şahsi düşüncem; din insanın Allah’la bağ kurmasının tek yolu; kurduğu bu bağla umut oluşturmasının kavram ve kuralları. Dinin bir sürü tanımı ve tarifi var, bana göre; din, akılla bilinen, ahlakla şekillenen, ibadetlerle hayata katılan, imanla ruhunu kazanan bir kavram. Tabiidir ki, şart, esas ve kurallarıyla insan hayatına katılıyor, katkı sağlıyor, canlı ve diri hale geliyor. Din sadece bu mu? Elbette hayır… bu saydığımız yapılması gerekenler, din adına yapılmaması gerekenler yok mu? Elbette var ve bunlarda din kapsamında. Gerçi ahlakın genel tanımı içinde bunlar var ve mevcut. Kapsamı dar aklımca biraz bunlara girmek istiyorum.
Ahlak, insanın yaratılış amacına, yani fıtratına uygun hareket etmesi, hem iç, hem dış dünyasında dengeli olması, edep ve hâyâ ölçülerinde yaşaması, kendi dışında olan varlıklara sevgi ve şefkatle yaklaşması, şekil ve biçimlerine saygılı olmasıdır; ahlakın genel tanımı böyle olmalı. İnsan ahlaki değerlere verdiği önem ve bağlılık ölçüsünde Allah’la bağ kurar… yakin olur.
Ahlakla kurulan bu bağ, yani yakinlik; insanın akıl ve iradesini kullanması, var olan her şeyde mevcut, yaratılış ilim ve hikmeti bilmesi ve keşfetmesiyle pekişir, güzelleşir. Huşu içinde yapılan ibadetlerle bu bağ güçlenir ve iletişime geçer; iman bu noktada devreye girer, kurulan bağ ve iletişime anlam, amaç ve ruh kazandırır. Bunu tam ve kamil manada yapan insan Allah’ın kulu, yani umudu olmuştur… olabilir.
Umut olmanın bedeni karşılığı ahlak ve ibadet, akli karşılığı ilim ve hikmet, kalbi karşılığı sevgi ve şefkat, ruhi karşılığı iman ve aşktır. Ahlak insan için en yüce ve ulvi değerdir. Ahlaksız ibadet olmaz; ibadetsiz de Allah’la bağ kurulmaz. Yine Allah’la bağ ve iletişim kurmak için insanın aklını ve iradesini kullanması gerekir; tefekkür aklın ibadeti, tavır, sabır ve kararlılık iradenin tefekkürüdür. Aklı olmayanın dini mükellefiyeti olmadığı gibi, dava ve iddialarında sebat göstermesi de beklenmez.
Sevgi ve şefkat, genel adıyla merhamet kalbi bir duygudur, kaynağını Allah’ın rahmet ve mağfiretinden alır. Allah’la bağ kurup sevgisini kazanmak için, yaratılanı sorgulamak değil, sevmek ve korumak gerekir. Üflenen ruha Allah’ın soluğu demek ne kadar doğru bilemiyorum ama insan ruhuyla hayata anlam katar, bu solukla aşkı bulur, bilir ve yaşar.
İnsanı imanı kurtaracaktır. İman iki taraflı umuttur. İnsandaki iman eksikliği veya yokluğu acaba Allah(c.c.) cephesinde umutsuzluk mu oluyor. İnsan cephesinden bakıldığında, Allah’tan umut kesmek imansızlığın mı işareti… Öyle görünüyor. Bu durumda insan Allah’ın(c.c.), imanda insanın umudu oluyor. Günlerce süren düşünce ve soru yolculuğunda en son bu noktaya gelmiştim; yorgundum ama rahatlamıştım biraz. Ne ki, düşünce ve soru yolculuğu hiç bitmiyor ki; acaba bir insan olarak Allah’ın umudu olabilmiş miydim? Yoksa “O” mutlak ve aşkın gücü umutsuz mu bırakmıştım. Tekrar başlayan bu düşünce ve sorularla tekrar yoruldu, bulandı, hatta durdu bir zihnim… insan olmanın, akıl, irade ve vicdan sahibi, hele ki ruhuyla temasa geçebilmenin anlam ve güzelliği de bu olsa gerek.
“YAŞAMAK VE UMUT OLMAK…” diye başlık atmamın sebebi bu düşünce ve sorular yolculuğu…
Yaşamak ve umut olmak, yani kıyameti koparan olmamak…
Artık hayatı daha anlamlı yaşamak istiyorum; ama nasıl… Bitkiler ve hayvanlarda hayatı yaşıyor ama farklı… nedir bu fark. Yıllar önce yazdığım “BE USTA” adlı bir şiirim var, ilk kıtası şöyle:
“Nefes alıp, vermek değilse eğer,”
“Yaşamakta çok zor zanaat be Usta…”
“Eşekte semer var, atta da eyer,”
“Bizim sırtımızda hayat be Usta…”
Bu şiirin bir başka kıtası:
“Hayatın gayesi bir parça idrak,”
“Hem imar, hem ihya, yardım ve infak.”
“İlahi huzura sevgiyle varmak,”
“Bu aşkla geçilir Sırat be Usta…”
Akla, iradeye ve vicdana sahip, Allah’ın ruhundan üflediği tek varlık insan… tabi dünyada. Sonsuz olarak bilinen, sınırları da muğlak ve müphem; böyle olması da gereken kâinatta, başka dünyalar, bu dünyalarda yaşayan insan benzeri başka varlıkların olması mümkün ve olası. Mümkün ve olası diyorum çünkü olup, olmadığını bilmiyoruz; olamaz demek, Allah’ın(c.c.) yaratma gücünü yetersiz görmek, sınırlandırmak olur. “O” her şeyi istediği yerde, istediği şekilde yaratır ve yaşatır. Biz önce yaşadığımız veya yaşıyoruz dediğimiz dünyadaki hayata, kendi hayatımıza bakmalıyız.
Dünya hayatı insan eksenlidir; insan varsa yaşanan hayat anlam ve amaç kazanır, değer bulur. İnsanın yaşıyor olması sadece nefes alıp, vermesiyle ispat edilemez; şiirde buna vurgu yapıyorum. Aklının faaliyette olması, iradenin de bu faaliyetlere katkı sağlaması, en önemlisi ruhun insan bedenindeki sesi, alarm sistemi olarak tarif etmeye cüret ettiğim vicdanında bu fiil ve faaliyetlere güzellik katması, estetik kazandırması lazım. Hemen şunu söylemeliyim; vicdani kanaatlerle birlikte duygu ve sezgiler, insan hayatın güzelliği ve estetiğidir. İyilik eden insanın yüzüne bakılmaz, o güzel insandır; yaptığı eylemi yanlış, çirkin, kötü görmek ne mümkün… Yüzü güzel olsa bile eylemi yanlış ve kötü olduğu için zalim çirkindir… iç karartır, acı verir.
Bitkiler ve hayvanlarda nefes alıp veriyor ama yaşadığını ne bir bitki bilir ve ifade eder, nede bir hayvan. İrade güçleri yoktur; vicdani kanaatlerinden de söz edilemez. Yaratıcı güç tarafından kendilerine kodlanmış görevleri ifa eder, hayatın hizmetine sunarlar. Sadece aklı başında, hür iradeye sahip, az buçuk vicdani kanaati olan insan yaşadığını bilir ve yaşıyorum der… birazda bu yüzden yazımın başlığını yaşamak ve umut olmak diye koydum.
Yaşamayı çok zor zanaat olarak görmem yadırganmasın; gerçekten zor bir zanaat. Önemli ve kalıcı bir bilgi; el ve gönül mahareti gerektiren, bilgi, tecrübe ve ustalık isteyen her iş zanaattır. Bu işi akıl ve irade gücü, bilgi, fıtri kabiliyet ve gönül gözüyle yapana da zanaatkâr denir.
Eşek yük hayvanıdır; her ne kadar binen olsa da. Yük vuran olsa da at binek hayvanıdır. Semer yük için tasarlanmıştır, eyer binmek için. Peki, insan nedir; “O” Mutlak ve Kadir güç insanı nasıl tasarlamış ve ne için yaratmış, sırtına neyi vurmuş ve yüklemiştir. Çok girift soru ve yaklaşım biçimi değil mi? Öyle görünüyor.
Şiirde; “Hayatın gayesi bir parça idrak…” dememin gerekçesi bu soru ve yaklaşım. İdrak tek bir kelime ama insan hayatındaki yeri ve anlamı oldukça geniş, derin ve dipli. Akıl algılar, zihin şekillendirir, kalp onaylar ve ruh kabullenir… bence idrak bu. İnsanın önce kendisini bilmesi, sonra hayatı tanıması ve yaşaması bu sıralamadaki tekâmülü ile gerçekleşiyor, vücut buluyor. İdraki olmayanın hayatı imar ve ihya etmesini kim bekler… ben beklemem. İnfaksa apayrı bir kavram ve hayata yaklaşım biçimi; nasıl mı? İnfak vermektir, hatta can yakan, can acıtan veriş; zekat gibi katkı sağlamak değil. Zekat nispidir, vakti gelince verilir. İnfakın nispeti gibi vakti de yoktur… ver, verebildiğin kadar; her zaman ve her yerde. Neyin varsa ondan ver; hatta olmayandan ver. İşte Allah’la bağ kuran ve umut olan kulun hayata karşı tutumu, davranışı ve tek gayesi… ötesi yok.
İlahi huzura sevgiyle varmakta idrakle mümkündür; idrake dayanmayan sevgi haddini aşan ve zıddına dönüşen sevgidir; sıkan, boğan ve öldüren. Böyle bir sevgi insanı ilahi huzura götürmez… yolu nereye çıkar söylemeye gerek yok.
Sırat köprü bilinse de değildir; kulun Allah’la kurduğu bağdır, oluşturduğu umuttur. Bu bağ, bu umut sevgiyle kurulur ama asıl gücünü aşktan alır. Çünkü sevgi kalbin zekatı, aşk ruhun infakıdır. Sırat’a sevgiyle yaklaşılır ama aşkla geçilir. Sevgi zekat gibi nispidir, aşk infak gibi sınırsız ve ölçüsüz.
Velhasıl yaşamak ve umut olmak istiyorum; kıyameti koparan değil. Hayatı ve varlığı Allah için sevmek, ölümü aşk üzere tatmak ve ötelerde yaşamak tek gayem… gerçekleşir mi bu; Allah(c.c.) bilir.
Saygılarımla.
Bundan sonra bu vatandasin hiç bir yazisini okumuyorum. Böyle ne dedigi belli olmayan, varmisgibi, yokmus gibi, gidergibi, gitmezgibi, yapargibi yapmazgibi, gezergibi gezmezgibi, yazargibi, yazmaz gibi duygu somuruzu yazilarini hic bir sekilde okumuyacagim. Kendisine sacma sapan yazilari icin basarilar dilerim. Vesselam.