“Hesabın elbet bir gün görüleceğine dair” başlıklı yazım 2 haftalık süreçte daha çok tıklandı. Ama “Türk dedim hele bi sor niye dedim” başlıklı yazım aynı sürede onun yarısı kadar. Demek ki Türklüğüme müşteri yok. Ben de bu süreçte yazdığım 3 ayrı yazıyı ekleyip yapıştırıp köşeye koyuverdim.
BİLGİ
Tasavvufta, "Kur'an'ın özü Fatiha Sûresi, Fatiha'nın özü Besmele'dir. Besmele'nin de özünü ararsan 'Be' harfinin altındaki noktadır" denir. Hatta Hz. Ali bir sözünde şöyle der: "İLİM BİR NOKTADAN İBARETTİ ONU CAHİLLER ÇOĞALTTI".
B . B(u) B(u) dir. Dudağımı birleştirip birden açıyorum. B. Sana B(u)yi anlatamam. Çünkü B B dir. B her zaman B değildir. Hatta B (artık) hiçbir zaman B olamaz. Ben de bir B(en)yim. Sen de bir B(en) sin. Sana B’yi anlatamam. B Ol deyince oluşan OLUŞ’ dur. OLUŞ’u kuşatıp kavrayamam, onu müşahhaslaştıramam. Ama ben bir B(ilme yetisi verilmiş)’im. OLUŞ’UN içinde olurum. Bu benim B’liğim. Hem yaşıyorsam, hayat bir oyun ve eğlenceden ibaretse, haydi konuşup şarkı söyleyelim. Sana B’yi anlatayım. Çalsın sazlar oynasın kızlar. Ben ne kadar B’yi anlasam, anlamam eksik kalacak. Anladığım kadar anlasam anladığım B olmayacak. Cüret edip sana anlatmaya kalksam B olmayan B’yi, sen bile B olmayan B’yi B olmayan B olmayan B olarak anlayacaksın. Ve anlaşamayacağız. Dedim de aklıma geldi. Bak anlaşmak için an laş mak gerektiğini söylemişiz. Dil bize neden anlaşamadığımızı söyleyiverdi. Çünkü an laşa mıyoruz. Saatlerimizi ayarlayalım, senkronize olalım, an laşalım. Gel sana şarkı söyleyeyim. Çalsın sazlar oynasın kızlar. Bir an’ı paylaşıyorsak eğer, zihnimiz Oluş’un içinde durup, muhakeme yapabiliyorsa, mütecessis bakabiliyorsa dünden bugüne, ezelden ebede oluşa, hadi durup bakalım. Gördüklerimiz eksik kalacak, anladıklarımız eksik, anlattıklarımız eksik, anlatılanlardan anladıklarımızı anlattıklarımız eksik. Zaten eksikli doğmadık mı? Hep arayarak, buldum sanıp tekrar arayarak yaşamadık mı? Hiç doymamacasına, tamamlanmamacasına yaşamadık mı? Ama biz andaşız hadi gel an laşalım. Ben sen olmalıyım, sen ben. Ancak o zaman an laşabiliriz. Ya da ha hu der anlaşıyormuş gibi yapabiliriz. Olsun. Hayat bir oyun ve eğlenceden ibaret değil mi? Davullar vurulsun, çalsın sazlar oynasın kızlar.
B . ‘NIN ŞİİR OLUŞUNA DAİR
Bir şiir dergisinde kendilerine bir sayfa ayrılmış şairlerin bazen o sayfayı sadece bir harfle doldurabildiklerini okumuştum. Bir şiir olması gereken sayfada sadece bir harf. Anlamakta zorlandığım bu tavrı B . ‘yı yazınca anladım. Öyle bir şiir sayfam olsa o sayfayı B . yazarak doldurabilirdim. Şiir söylendikten ya da yazıldıktan sonra başka bir şey söylemeye ihtiyaç duydurmayacak bir şeydir. Şiir şiir olarak söylenir anlayan anlar. Elif ya da vav yazar gibi, estetik bir B . Dudağın birleşip birden açılması, dilin ağız içinde hafif bir kavisle dümdüz alt dişlere doğru uzanıp hafifçe dokunması. Hadi sen de yap B. De B’yi hisset.
Şiir söylendikten ya da yazıldıktan sonra başka bir şey söylemeye ihtiyaç duydurmayacak bir şeydir. Dedik Ama yine de konuşalım. An laşalım. B Bilginin B’sidir. Ben’in B’sidir. Biricik insanın B’sidir. Bir’in B’sidir. Besmelenin B’sidir. B B’dir. Şair olan B .’nın şiir olduğunu anlar. Şiir de zaten şairler için yazılır. Şiir okuyan her bir kişiye şairlikten bir nebze verilmiştir. İnsanlığı dumura uğramamış her insanın içinde bir şair yaşar. Şiir kelimelere dökemediklerimizi söyleyivermemizdir, yazıvermemizdir. Söylerken söylediğimiz yazarken yazdığımız yine kelimedir. Ama söyleyip yazılan şiirse o kelime senin bildiğin kelime değildir. “Kırmızı, kırmızı görmek her bir şeyi, sevmenin rezilliğine varmak, Seninle” dediğimde söylediğim şiirdir. Sayfalarca tutacak bir şeyi, ne kadar yazarsan yaz anlatamayacağın bir şeyi böylece anlatıverirsin. Anlatmak da değil içinden fışkırtmak, orta yere koymak, taşmak. Anlayan anlar, anlamayan anlamaz. Bütün sözler anlamak isteyenler için söylenmiştir.
Bazen eski yazdıklarımı okuyorum ve “bunu ben mi yazmışım?” diye hayrete düşüyorum. Harika ya da berbat. Demek ki yazdığımla ben arasında bir yabancılaşma var. Ben yazmışım ama benimseyemiyorum. Bunun unutkanlıkla, değişmekle ilgisi yok. Daha farklı bir şey. Bu farkı şiirime yaklaşırken fark ediyorum. Çünkü şiirle böyle bir yabancılaşma yaşamıyorum. Yıllar önce de yazılmış olsa “evet bu şiiri ben yazdım” dersin ama şiir olmayan kendi yazdığına “bu yazıyı kim yazmış ya Hû” dersin. Yazdığın bir sanat eseriyse Sen’dendir. Ama düşünerek, öğrenerek, bilerek yazdıysan eğer, o Sen’den değildir. Demek ki şiirin çıktığı yerle şiir olmayanın çıktığı yer aynı değil. Ya da Şiirin girdiği yerle şiir olmayanın girdiği yer aynı değil. Şiir de Ben konuşur, Özün özü, insanlığının kemali ne eksik ne fazla, sadece insan, sadece Ben. Ama şiir olmayan başka, hem eksik hem fazladır, bazen eksik, bazen fazladır. Sadece insan değil, avukat, stratejist, sosyolog, psikolog, doktor vs. vs. ama sadece insan değil. Şiir’in değeri insandan insana bir yol oluşundandır. Ben’den Sen’e bir yol. Herkesle SenliBenli olunmaz. Ben Ben olmayı ancak Sen le başarabilirim. Ben bir başıma Ben değilim. Ben Sen’le birlikte Ben olabilirim. Sen de. Ötesi fasafiso, garnitür.
MİLLET
Millet; Nasreddin Hocanın göle çaldığı mayanın tutmuş halidir.
Millet İnsanı(n doğurduğunu) insan yapan ortamdır.
Bir toplum millet olma yoluna girdiğinde anlaşacak bir dilde konuşturulur. Allah onlara bir dil de yaratır. Dil tekrar topluma döner toplumu millet yapar. Bir millet toprağı vatan kılar, bir vatan sakinlerini millet yapar. Bir millet devletini yapar, bir devlet halkını millet yapar. Bir amaç bir gaye toplumu millet yapar, bir millet amacını kaybedince millet olmaktan yavaş yavaş çıkar.
Asıl olan amaçtır dedik (Önceki yazı).İnsanı insan yapan milleti millet yapan amaçtır. Millet deyince bir soy birliğinden, bir ırktan bir kök birliğinden bahsediliyor sanılır. Milletin tarihsel bir vakıa olmasıyla ilgilenmiyorum. Beni günümüz Türklüğü ilgilendiriyor. Günümüz Türklüğünün geleceği ilgilendiriyor. Millet bugün ulaştığı aşama itibariyle modern bir kavramdır. ( demişim) Aradan 15 gün geçmiş şunları yazmışım:
Uzun uzun anlatmaya çalışmak beni yoruyor. Binlerce değişkeni, binlerce etkeni harmanlayıp bir fikir ortaya koymak zor iş. Düşünmeye başlayınca bilmediklerimi fark ediyorum. Herkes gibi bilmeden konuşmak istemiyorum. Fikrim dünya görüşüm bana yetiyor. Ama bu fikri başkalarına sunmak için çabalamak, günlerce kafanın içinde cümlelerin dolaşıp durması, Düğümleri çözmeye uğraşıp durmak ve sonra kimsenin bunları umursamadığını anlayıp, bunaldığınla kala kalmak.
Ne güzel, aylardır bu konuları düşünmüyordum. Yaklaşık 20 yıldır bütün felaketleri zihnimde yaşadım, nerden gelip nereye gittiğimizi başımıza daha nelerin gelebileceğini biliyorum. Ne felaket tellallığı yapacak kadar umutsuz, ne de her şeyi güllük gülistanlık görecek kadar safım. Allah Kerim..
Uzun uzun anlatmaya çalışmak yerine, birer aforizma, önerme şeklinde fikirlerimi sunmak isterim. Önermeleri ispatıyla birlikte sunmaya çalışmak şu günlerde gücümü aşan bir uğraş. Gelebilecek tepkilere göre ispatla uğraşmak daha kolay:
1- Ben Türküm dediğimizde kast ettiğimiz Türklük genel itibariyle Orta Asya’dan gelen Müslümanların (Türk desem olmaz, demesem olmaz) Diyar-ı Rum da Müslüman olan unsurlarla harmanlanmasından oluşmuş bir terkiptir. Kendi Türklüğünü çok uzak geçmişlere bağlamak saçma bir köken arayışı olup bir avuntudan başka bir şey değildir.
2- Türklük bu topraklarda İslam üzere yaşayan insanların Hıristiyan Batıya karşı mücahede tavrının milletleşmiş halidir.
3- Bize Türk adını gâvur koymuştur. Bizim bir millet adı olarak Türklüğü benimsememiz, 19. Yüzyılın milliyetçi cereyanları karşısında “öyle ise biz neyiz?” sorusuna verdiğimiz cevap neticesinde olmuştur.
4- Türkler Diyar-ı Rum’u İslamlaştırırken Türk olmuştur. Türkler bu toprakları Türkiye yapmıştır. Bu topraklarda yaşıyor olmak da Türk’ü Türk yapmıştır.
5- Bu topraklarda yaşayan ve gâvurun Türk dediği insanlar aralarında anlaşabilecekleri bir dil tesis etmiştir. Bu dil Arapça, Farsça ve Orta Asya’dan gelen Müslümanların (Türk desem olmaz demesem olmaz) konuştuğu dil temel alınarak yaratılmış bir İslam dili olan Türkçedir.
6- Türklerin Orta Asya’dan geldiğini söylerseniz, adamın biri de kalkar “geldiğiniz yere gidin” der. Doğrusu “Biz bu topraklarda İslam olanların kâfirle savaşa savaşa maya tutmuş haliyiz” demektir. Ayrıca Türkiye de Balkanlardan, Kafkasya’dan gelmiş ya da Rum Ermeni Gürcü kökenli olup da Müslüman olmuş milyonlarca unsur vardır. Ayrıca Kürt ve Arap Müslüman unsurlar vardır. Türklüğü soy temelinde tanımlamak Türkiye Cumhuriyetinin millet yapısını zedeler. Öyle bir Türklük anlayışı bu toprakları vatan kılmış insanların millet olarak ayaklarının yere sağlam basmasına ve kaynaşmasına engel olur. Biz Türklüğün soy şeceresini değil gaye-amaç şeceresini tutalım şeceremizi amaç-gaye halefiyetine bağlayalım diyoruz.
7- Gavur karşısında yenilmeye başladığımız günlerden bu yana bir kimlik krizi yaşıyoruz. Ve hala bu kimlik krizinden kurtulabilmiş değiliz.
8- Atatürk devrimleri Osmanlı modernleşmesinin vardığı son noktadır. Olabildiğimiz kadar modern olmaya çalıştık ve vardığımız sonuç bu günkü halimizdir. Atatürk devrimlerinin şekli yerine o devrimleri neden yapma ihtiyacı duyulduğu ile ilgilenilmelidir. Bu devrimlerin Türklüğümüze ne faydası olduğunu, neleri kaybederek neleri kazandığımızı düşünmeli, artık yeni şeyler söylemeliyiz.
9- Biz Türkler hala millet olma aşamasına varamadık. Potansiyel milletiz, ama nasıl kinetik millet olacağını bilmeyen bir haldeyiz. Kollektif bilinçdışı oluşmuş ama kollektif bilinç seviyesine ulaşamamış bir millet. Eylem ve hareketleriyle bilinçdışından kurtulamadığı belli ama bilinçdışıyla barışık bilinçli bir tavır, bilinçli bir kendilik sergileyemediği için de bunalımlı, kısır, amaçsız, dağılmaya yatkın.
10-Türkiye’nin Türkleşmesi Ermenilerin tehciri, Diğer Hıristiyan unsurların mübadele edilmesiyle tamamlanmıştır. Cumhuriyetin ilanıyla Türk devleti kendi milletini yapma gayretine girmiştir. Ama çekinik çelişik hareketlerden kurtulamadığı, milli varlığı doğru değerlendiremediği, modernleşmenin amaç ve hedeflerini kaybettiği için millet yapma aşaması tamamlanamamıştır. Türkiye Cumhuriyeti asli unsur olarak Müslümanları kabul etmesine rağmen, İslam’ı toplumsal hayatta, devlet hayatında nereye koyacağını bilememiştir. Balkanlardan göçüp gelen ve Türk soylu olmayan Müslüman unsurlar Türklüğe kabul edilmiş ama Türk soylu olduğu bilinen Hıristiyan unsurlar mübadeleyle gönderilmiştir. Sünni İslam’ın milletin temel harcı olduğu fiilen kabul edilmiştir. Ama aleviler ve sünniler arasındaki Osmanlıdan kalma zanlar toplum hayatından temizlenmemiş, alevi sünni kaynaşması sağlanamamıştır. Kürt meselesi yıllarca umursanmamış, istismara açık halde tutulmuştur. Şimdi de nasıl çözüm bulunacağı bilinememektedir. FALAN FİLAN. Böyle yazınca yanlış anlamalara yol açmak mümkün ama, anlaşılamamaktansa yanlış anlaşılmak daha iyidir. Bye.