“Dost acı söyler…”
Dost acı söylerde, acı söze muhatap olan dost, artık o dostu, dost olarak görür mü? Bence görmeli. Ama zamanın çok hızlı yaşandığı, insanın düşünmeye bile fırsat bulamadığı bu hız ve çılgınlık çağında; acı diye tanımlanan gerçek ve can yakan sözler üzerinde kim akıl yürütür, anlam ve amacını kim arar sorar ki. Kim kafa yorar böyle derin ve dipli sözlere. Sadece acı mı, tatlı mı olduğuna bakar geçeriz. Tatlıysa dosttan gelmiş, acıysa düşmandandır; ya da bizi çekemeyen birisi söylemiştir bu acı sözü. Dostça söylenen bu acı söz şu karşılığı bulur birde; en acı ve elem verici olanda budur: “Çok biliyorsan gel de sen yap…”
Hele bazı yaklaşımlar ortaya çıkar ki, akıl dumura uğrar; şöyle: “Madem bu işleri biliyorsun, bari nasıl yapılacağını da söyle…” İzah boşunadır, hemen peşinden bir yaklaşım daha… “ Nasıl yapılacağını anladık ama hangi maddi imkânlarla yapılacağını da söyle…” Diyelim ki nasıl olacağını ve parasal kaynakları da gösterdiniz; yaklaşım daha bir derinleşir… “Kiminle yapılacağını da göster…” Hadi gösterdiniz, yaklaşım bitmez ki… “Bu kişileri nasıl ikna edeceğiz, yanımıza nasıl çekeceğiz ve yola çıkacağız…”
Yorgun düşersiniz, bilinciniz kapanır, sesiniz kısılır ve anlamsızca bakmaya başlarsınız sizi yoran o masum ama öfke yüklü yüze. Masumun öfkesi büyük olur; neden? Çünkü masumiyet bir iddia değildir. İnsanın özünde olan temel bir duygu ve değerdir. İddia olsa kanıtlamak belki mümkün olur ve uğraşı gerekir. Ama masumiyet öz ve asli bir unsur; nasıl kanıtlansın ve ortaya konsun ki. Ancak, ya sabır şahidi olur masumiyetin, ya da öfkeyle ortaya konur. Bu yüzden masumun sabrından ve öfkesinden korkarım. Ne ki, yersiz olan bu öfke karşısında söz bitmiş, nutuk tutulmuş, zaman boşa akmaktadır; en samimi duygularınız ipliği kopmuş tespih taneleri gibi saçılmıştır orta yere.
Aylarca önce Mustafa İSLAMOĞLU’ na ait bir sözü anlamak için günlerce kafa yormuş, anlamaya gayret ettiğim o sözü açıklamak içinde sayfalarca yazı yazmıştım; okuyanlar unutmuştur, okumayanlar nerden bilsin. Söz şöyleydi: “Peygamberler doğru anlamayı sağlamak üzere görevlendirilmiştir.” Sonraki aylarda Azeri asıllı ve ülkemizde yaşayan bir akademisyen olan ANOŞİRVAN MİYANŞİ de buna benzer bir laf etmiş ve bunu da yazılarımda aktarmıştım. Demişti ki: “Bize okuyan adam lazım değil, okuduğunu anlayan adam lazım.”
Yüce kitabımız Kur’ an-ı Kerim her ne kadar “Oku” buyruğu ile başlıyor olsa da; her okuyan okuduğunu doğru anlamıyor olacak ki, Peygamber Efendimiz(S.A.S.) hem doğru anlamayı sağlamak, hem de doğru anladığını yaşamak üzere Allah(c.c.) tarafından RİSALET’ le görevlendirilmiş. Birkaç gün önce yine bir ilim adamına sordular: “Din nedir?” diye. “Yaşam…” dedi kendi mantığı ve hayat anlayışı içinde. “Şeriat nedir?” sorusuna ne cevap verdi dersiniz. “Hayatın kaynağına gidişte uyulması gereken kurallar.” Demek ki din yaşam, şeriat insanı yaşam kaynağına götüren kuralların tamamı. Bir dönem “Şeriata hayır!..” diye haykıranlara duyurulur; şeriat kelimesini günümüz Türkçesine uyarlarsak hukuk anlamına geliyor. Yani şeriata hayır demek hukuka hayır demekle eş anlamlı. Bazı sözler doğru anlaşılmalı ki, doğru anlaşılsın veya uyarlansın.
Hani nerde Serdar AKBAŞ ve siyaset demeyin hemen; yine uzattın ve karıştırdın diyenleri de duyar gibiyim; ama olsun. Ben sözü nereye getireceğimi biliyorum ve uzatacağım. Çok hızlı yaşanan bu çağda sabrı öğrenmek lazım; birazda okuma alışkanlığı kazandırmak için uzatıyorum lafı; ha gayret… Bu yazımın birinci bölümü bayağı ses getirdi; tepki vermek yaşamın ve anlamanın bir parçası; tepki verenler çoğunluktaydı. Sevinmedim dersem yalan olur; hem de çok. Ama insanız ya, anlamadan tepki verenleri görünce üzüldüm ve hüzünlendim her nedense. Hele Serdar AKBAŞ’ ın cep telefonuna gelen ve bana da okuttuğu bir mesaj vardı ki, gönderen kişi için içim parçalandı. Tam metin olarak aktarmam doğru olmaz, yuvarlayarak anlatacağım: “Bu arkadaş yazar falan olamaz. Hele roman hiç yazamaz, ancak köşe yazarlığı yapabilir…” gibi sözleri karşısında nasıl hayıflandım bilemezsiniz; Mustafa İSLAMOĞLU ve ANOŞİRVAN MİYANŞİ nin sözleri nasıl hatırıma gelmesin, nasıl tırmalamasın aklımı. Ben zaten yazar değilim önce bu bilinmeli; sadece yazı yazmasını çok seven biriyim o kadar. Roman yazmak haddime düşmez, köşe yazarlığı yapmakta uzak bir ihtimal. Beni nasıl bunlarla tenkit etmeye, eleştirmeye kalkışırsınız ki. Hele; “…bu onun düşünceleri.” Derken nasıl bir anlamsızlığın içine düşüldüğü de ortada ve akla zarar. Neden mi? Yazdıklarım elbette benim düşüncelerim olacak; çifte kişilik taşımıyorsam eğer. Bunu tespit etmek de uzmanlık gerektiren bir uğraşı. Hadi konumuza dönelim.
Asırlarca önce, Yunanlı bir filozofa benim gibi soru sormaktan hoşlanan lüzumsuz biri şöyle bir soru yöneltmiş: “Siyaset nedir?” Adı belki Aristo, belki de Eflatun ne fark eder; o filozof ilginç bir cevap vermiş bu lüzumsuz soru soran şahsa: “Hayatın tümü siyasettir.” Acaba öyle mi? Eğer öyleyse Serdar AKBAŞ hayata çok dikkatli bakmalı ve siyaseti yaşanan hayat içinde aramalı benim yaptığım gibi. Örneğin göçmen kuşlarının yön tayini doğal ve doğru bir siyasettir. Bir Aslanın avına yaklaşması; karnını doyuran bir Antilobun o aşırı dikkati ve tedirginliği. Belgesellerde izlediğimiz Yunus’ların Sardunya avı siyaset değil de nedir. Karnı acıkan üç günlük bebeğin bas, bas bağırması, ürkek bakışlarla sevgilisin bekleyen bir kızın yüreğindeki ürperti… Hep siyasettir ve hayata dair.
Siyasetin koyusunu futbol müsabakalarında görür, izler ve yorumlamaya çalışırım, ilginç bir yaklaşımdır bu. Seyircileri seçmenler olarak görürüm, takımları siyasi partiler. Hakem heyeti hukuku ve meri kanunları uygulayan otoriteyi aklıma taşır. Teknik Direktör siyasi liderdir, teknik ekip ise danışmanlar. Tabi her takımın bir veya birkaç sahibi vardır; birde bu oyunu organize eden bir büyük organizatör. Top toplayan çocukları unuttun demeyin, onlarında bu oyun içinde önemli görevleri vardır ama girmek ve birilerini kızdırmak istemiyorum.
Her takımın kendine göre bir kuruluş felsefesi ve futbol mantığı olduğu, takım oyuncularının da bu felsefe ve mantığa kendi kabiliyet ve becerileri oranında uyum sağladığı da unutulmamalı. Takıma katkı ve faydaları da bu oranda olur. Her ne kadar takımları sahiplenenler seyirciler gibi görünse de; dedik ya her takımın sahibi veya sahipleri vardır. Bu sahiplerin arkasında duran en büyük güçse, bu oyunu organize eden organizatörlerdir. Bir seyirciler sanırız ki, takımlar çıktı ve kıyasıya mücadele etti; galip gelen kazandı, mağlup olan kaybetti. Acaba hal böyle mi? Bu alana pek girmek niyetinde değilim; birincisi haddimi aşmak olur, ikincisi bu konuda yeterli bilgiye sahip değilim. Ama seyrettiğim oyun hakkında bildiklerimi yazabilirim.
Takımlar bazen oynayarak kazanır, bazen oynatmayarak. Bazen karşı takımın oyununa ayak uydurarak galip gelirler, bazen bu oyunu bozarak neticeye giderler. Buna taktik denir, strateji denir, politika denir ama bana sorarsanız bu siyasettir, siyasetin ta kendisidir. Hiçbir takım kendi gücüyle maç kazanamaz ve bu çok zordur. Karşı takımı bilmek ve ona göre oyun kurmak takımları neticeye götürür. O zaman şöyle denebilir mi? Ya oyun kurucu ol, ya da kurulu oyuna bilerek uy. Ya da gücün yetiyorsa rakip takımın oyununu boz. Oyun kuramazsan kazandığın her maç kaybın olur. Kurulu oyuna bilmeden uyarsan hep kaybeden olursun. Oyun bozmak ise bambaşka bir güç ve yetenek işi. Başka yol ve yöntem yok mu? Bence yok; bilen varsa söylesin.
Kızılcahamam’da hiç çekinmeden, aklıma her hangi bir düşünce getirmeden rahatlıkla girip çıkabildiğim tek bir siyasi kapı vardır; BBP İlçe Başkanlığının kapısı. Sıcak, samimi ve dost insanlar vardır içeride; birkaç kişi de olsalar. Herkes yerini ve statüsünü bilir; ulu orta ve rast gele konuşan pek olmaz. Susmayı erdem bilmek önemli… Peki, yaklaşan yerel seçimlerde bu insanları iş başında görmek ister miyim? Soru önemli ve yerinde; nasıl cevap vermem gerekir… Gelin örneklerle anlatalım bu cevabı, ulu orta olmasın; uzatmayı ve karıştırmayı seviyorum ya.
2009 yerel seçimleri öncesi, gecenin bir yarısı kapım çalındı; şaşırdım, pek gelenim gidenim olmaz. Gelen siyasi partilerden herhangi birinden Belediye Başkan adayı olan tanıdık bir arkadaş. Eşi ve yanında meclis üyesi olarak aday gösterdiği bir başka kişi… Kırık dökük ve eski eşyalarla döşenmiş odama buyur ettiğimde nedense utanmam tuttu; terlemeye başladım. Hal hatır sorduk ilk başlarda, sonra asıl konuya girdi siyasete soyunmuş arkadaş: “Seni de aramızda görmek istiyoruz, meclis üyesi olarak listeme girmek ister misin?” diye sordu. Saatlerce konuştuk, o anlattı ben dinler göründüm, ben anlattım o kafa salladı. Şundan emindim, ne o beni anlamıştı, nede ben onu anlamak istemiştim. Neden böyleydi; o kafasındaki hayalin peşindeydi, bense kendi muhayyilemde kurduğum dünyayı dile getirip durmuştum da ondan. Ne onun hayali içinde bana yer vardı, ne benim tasavvurundaki dünyada o yer tutuyordu. Eşim hizmette kusur etmemek için çırpınıp dursa da kulağı bizde. Saatler bir sonraki güne devrildiğinde arkadaşın eşi uyumaya başladı. Meclis üyesi olarak takdim ettiği arkadaşın gözlerine de kan oturdu. Müsaade isteyip kalktıklarında ne bende hayır kalmıştı, ne arkadaşta derman. “Adaylığını kutluyorum, medeni cesaretine de hayran kaldım ama ben senin sandığın, umduğun ve hayal ettiğin adam değilim.” Diyerek uğurladım.
Hani hep anlatılır; köyün birinde yedek aza olarak seçilen birisini günlerce uyku tutmamış, dönüp durmuş yatakta. Eşi dayanamayıp sormuş: “Nedir bu halin, ne oldu sana…” Adam ne dese beğenirsiniz: “Devlet adamı olmak çok zormuş…” Bende ki de o hal; yattık ama uyku tutmadı. Huyumu bildiği için eşim bir şey sormadı; ben ona danıştım: “Ne dersin bu işe… Aday olsam oy verir misin?” Sesi yumuşak ama kararlıydı: “Ne sen aday ol, ne ben sana oy vereyim.” Vermez misin diye ısrar edince: “ Vermem…” diye kestirip attı. “Neden?” diye sormak en tabi hakkım. Ne dese beğenirsiniz: “Vermem çünkü hem kendine zarar açarsın, hem de bize. İş yapacağım derken herkesi karşına alacağın da kesin. Bu yüzden sana oy vermem.” Rahatladım ve derin bir uykuya daldım. Eh, kıssadan hisse… Eşinin bile oy vermediği adam meclis üyeliğine aday olur mu?
Bundan önceki yazımda demiştim ya; herkes her şeyi bilmemeli, herkes her şeyi yapmamalı, herkes her şeyi görmemeli, yememeli vs. Sözümün arkasında duruyorum; hayatın akışı, insanın yapısı ve toplumun genel algısı bunu kaldırmıyor. Siyaset hiç kaldırmaz, hiç kabul etmez bu tutum ve davranışı; hep ret etmiştir ve ediyor. Hulki CEVİZOĞLU sanal âlemde edindiği yeri ve şöhreti siyasete de taşımak istedi; sonuç hüsran. Daha yüzlercesi… Emek verilmeden, bedel ödenmeden, önce akıl, sonra alın terletilmeden siyasete adım atmak, boşluğa düşmekle aynı sonucu veriyor. BBP nin efsanevi lideri Muhsin YAZICIOĞLU şahsına münhasır bir insandı ve bu emeği, bu bedeli, bu akıl ve alın terini son damlasına kadar akıtarak siyasete girmiş adam gibi bir adamdı. İlk başlarda tek başına değildi, ama vefatından önce yalnızdı, tek başına kalmıştı. Yapabileceğinin en iyisini, en mükemmelini yaparak Hakka yürüdü.
Şimdi Kızılcahamam’da da yalnız ve tek başına bir Serdar AKBAŞ var; emeğine saygı duymamak ne mümkün. Hele yıllardır ödediği bedele şapka çıkartılır; alnında birikmiş terleri de görüyoruz ama akıl terinin kokusunu henüz alamadım. Oysa akıl teri emeğin, bedelin ve alın terinin konsantre olmuş hali. Neden yok diye sormayacağım, emek veren, bedel ödeyen ve alın terletenin, aklını terletmeye fırsatı mı kalıyor. Yanında olmak, onunla beraber yürümek istemez miyim, hiç mi düşünmüyorum bunu. Hep aklımda, her attığım adımda zihnimi acıtan bir düşüncedir bu; ne ki, aklını terletenin de ona omuz vermesi, onunla bu meşakkatli yolda yürümesi çok zor ve imkânsız. Çünkü bilenle, icra eden arasındaki farkı şuur önceliyor, hep öne alıyor. Liderler bilen değil, icra edendir. Bilene, bildiklerini hadi yap demek abes olur, ayıp kaçar. İcra edeni, yani liderleri, her şeyi biliyor kefesine koymak da yanlıştır. Necip Fazıl KISAKÜREK’ in İDEOLOĞYA adında bir eseri var; Büyük Doğu felsefesini veya idealini oya, oya işlediği bir kitaptır. Sabrımın ve aklımın son damlasını harcayarak okumaya çalıştım bu kitabı. Hayret ve dehşetle irkildi ve dirildi her bir hücrem. Bu nasıl akıl yapısıydı, bu nasıl bir anlatım ve izah kabiliyetiydi Yarabbi… Şimdi ben merhum Necip Fazıl’a madem her şeyi bu kadar detayıyla biliyordun, neden yapmadın diyebilir miyim; olur mu böyle bir şey. O aklını terletti, akıl emeği verdi, zihnine bedel ödetti, lütfen birileri de çıksın ve icra etsin. Beden yorgunluğunu ılık bir duşa atmak mümkün, hadi kolaysa akıl ve zihin yorgunluğunu kolayca atın üzerinizden. Ne ılık su, ne temiz havada yürümek, ne şu, ne bu… Bu yorgunluk bambaşka… Peygamber Efendimize(S.A.S.) vahiy geldiğinde başını kaldıramazmış, saatlerce toplayamazmış kendisini. Vahiy, Allah’ın(c.c.) akla ve kalbe hitap eden sözü. Bir parça, belki azıcık anlıyorum o ağırlığı ve yorgunluğu. Düşünmeyi yeni, yeni öğrenmeye başladığım bu son günlerde; sadece düşünmeyi… Düşünceleri fikir haline getirmek bambaşka bir âleme yönelmek, fikirleri idealize etmekse daha başka bir boyut ve sükût âlemi…
“Gönül sever, akıl tercih eder.” Siyasete soyunan veya siyaset içinde giyinmeye çalışan mutlaka bu cümleyi aklının başucuna koymalı. Sevilmek için siyaset yapılmaz; siyaset bir tercih işidir ve tercih edilmek için siyaset yapılır. İnsan çiçeği ve böceği de sever, ama ne çiçeği, nede böceği tercih sebebi yaparak siyaset üretmez. Ama çiçeğinde, böceğinde yaratılışı ilahi siyasetin bir ürünüdür. Beni sevenler bana oy verir, iktidara taşır anlayışı tümüyle yanılgıdır; sevgi içe dönük bir eylem, tercih dışa yönelik bir taşımadır. Gönül sevdiğine kıyamaz, sınamak aklından geçmez, hele yıpranmasına hiç dayanamaz. Akıl tercih ettiğini dener, sınar ve yıpratır. İktidar, tercih edilenin denendiği, sınandığı ve yıpratıldığı bir yönetim yeridir. Serdar AKBAŞ’ ı çok mu seviyoruz ne? BBP çok mu gönül verdik ne? Bir düşünün, bir danışın gönlünüze… Yoksa Serdar AKBAŞ hep ve çok mu sevilmek istedi; mensubu olduğu siyasi parti BBP ile birlikte. Cevap gönlünüzde, cevap duygularınızın titrediği kalpte… Muhsin YAZICIOĞLU’ nun vefat haberi eşimi perişan etmiş, günlerce kendisini toparlayamamıştı. Bu sevginin tezahürüydü, tercihin değil. “Yediler bu dürüst adamın başını…” derken aklını, gözyaşını gizlice dökerken de duygularını dile getiriyordu.
Birkaç cumadır; farz namazını ardında kıldığım İmam Cihan ARDOĞAN, ilk rekâtta “ASR” süresini okuyor. Yüce Allah(c.c) asra yemin ediyor; neden? Arkasından insanın hüsranda olduğunu söylüyor; neden? Asırla, insanın hüsranda oluşu arasında bir bağ olmalı; düşünün biraz. Canım biz din âlimi miyiz demeden düşünün. Düşünmek her insana verilmiş bir kabiliyet, âlimlere mahsus bir şey değil.
Her yüzyıl bir asırdır; insan ömrü nadiren yüzyılı aşar. Asra yemin eden Allah, neden insan hüsrandadır diyor. Ömrü yüzyılı geçmeyen insanı neden asırla mukayese ediyor ve kıyaslamaya kalkıyor. Yaratan, yarattığını bilmez mi? Bilir elbet… Ömrün yüzyılı geçmese de, yaptıkların yüzyılı veya yüzyılları geçmeli mi diyor Yüce Allah. Yoksa hüsranda olacağımızı mı buyuruyor bizlere. Sevgi, samimiyet boyutunda olursa asrı aşar, hele aşk mertebesine ulaşırsa yüzyılları geçer. Bilgiye dayalı, insan haklarını gözeten, yaşam akışını ve ilkelerini bozmayan eylemler, yapılan işler ve bırakılan eserler de yüzyılları deniz dalgaları gibi aşar ve zamana yayılır. Yoksa insan hüsrandadır. İşte samimi sevgi bu yüzden önemlidir, işte siyasete hayatın tümü diye bakmak böyle olur. Kur’ an Kerim bir hayat kitabıdır; sevgiyle yoğrulmuş ilahi siyaseti önceler. Ama sevgiyi siyasetin önüne koymaz; duyguların önüne aklı geçirir. Dinin bir tercih sebebi olması bu yüzdendir; imanın bilgiyle temelleşmesi ve kalbe yerleşmesi de.
Her yüzyılda yeni ve farklı bir dünya kurulur; belki de Yüce Allah asra bu yüzden yemin ediyor. Ya kurarız bu yeni ve farklı dünyayı, ya kuranları izlemekle yetiniriz. Siyaset yeni ve farklı dünya kurmak ameliyesidir; izlemek ve uymak siyaset yapmak demek değildir. Yenilik ve farklılık bilgiyle olur; bilgiye gitmeyen yenilgiyi başta kabul edendir. Oysa iktidar yenmek ve yenilenmekle elde edilen bir makam… Sevgide böyledir. Gururunu, kibrini yenen ve her gün yenileyen sever; sevgisini yeniler ve sevilmeye layık hale gelir. Çünkü “Günü gününe eşit olan ziyandadır.”
Artık Serdar AKBAŞ’ ı sevmekten vazgeçiyorum; çünkü o siyaset yapıyor. Onu ve partisini tercihlerim arasına koyabilmem için bunu yapmam şart. O da sevilmekten vazgeçmeli, tercih edilmek için gönülleri değil, aklı zorlamalı, akla girmeye çalışmalı. Yanlış anlayanlar olacak ve olmalı; hani KBRT de çalıştığım zamanlarda kendime has spot yazılar geliştirmiştim ya; onlardan birini yazarak sözlerime son vereceğim. “Kızma, kızdırma; kendini ifade et, yoluna devam et.” Kendimi ifade edeceğim, yoluma devam edeceğim. Kızan durur, kızdırmaya çalışan da hem zaman kaybeder, hem de yolundan olur. Dost acı söyler; düşman sırt sıvazlar. II. Abülhamit Han Avrupalıların övgüleri olursa tersini yaparmış. Sözlerim acı ise tutun; çünkü dost acı söyler. Eğer sözlerim sırt sıvazlıyorsa tersin yapın. Serdar AKBAŞ’ ın siyasi figür olmaktan çıkması çok önemli; onu siyasi aktör olarak görmekte tek arzum. Dostluğu bilenlere samimi ama biraz acı veren tavsiyelerdir bunlar. Saygılarımla… 11 Mart 2013