SAĞLIKLI BEDEN AĞIRLIĞININ PSİKOLOJİ İLE İLİŞKİSİ
İlkbaharın iyiden iyiye kendini göstermeye başlaması ile birlikte; kendinizde hem fiziksel, hem de psikolojik değişiklikler gözlemleyip hissedebilirsiniz. İnsanın biyolojik varlığı, doğanın ritmine ayak uydurmaya çalışırken; fiziksel olarak kendini daha yorgun, psikolojik olarak da daha hassas hissetmesi oldukça olağan ve beklenen bir durumdur. İlkbahar ayları, doğanın uyanışı ile birlikte insan ruhunun da canlandığı ve kendini kış mevsiminin durağan temposundan çıkarmaya çalıştığı bir dönemdir. Bu değişim ve yenilenme sürecinde, kişinin bedeninin görünümüne ilişkin algısı, günümüzde oldukça önem verilen bir konu olarak karşımıza çıkmaktadır. Hatta insanların çoğunluklu bir bölümünün, fiziksel görünüşlerine ilişkin değişim yapmayı, duygusal karmaşalarını çözümlemekten daha ön planda tuttuğunu rahatlıkla söyleyebilirim. Bu sebeple de diyetler, yürüyüşler, egzersizler… vb. konular özellikle de şu günlerde hatırı sayılır bir çoğunluğun gündemini oluşturmaktadır.
Sağlıklı ve güçlü bir ruh; sağlıklı ve güçlü bir bedende konaklar. Bu nedenle, insanın sağlığına özen göstermesi önemlidir ancak, sağlığın sadece fiziksel görünüşle ilişkilendirilmesi doğru değildir. Fiziksel görünüş söz konusu olduğunda ise, zayıf ya da kilolu kategorisinde olmaya ayrıcalıklı bir anlam yüklenmektedir. Zaten fazla kilolu olmak, ya da aşırı zayıf olmak sadece fiziksel yönü olan bir problem de değildir. Geniş kapsamlı ve psikolojik kökenleri olan bir problemdir. Önde görünen problem, olması gerekenden fazla ya da az kilo olsa da; arka planda bu durumu oluşturan, besleyen ve görünmeyen pek çok neden vardır.
İnsan bedenen ve ruhen sağlıklı, dengeli, uyumlu olduğunda ve kendi doğasına uygun bir yaşamı benimsediğinde; genellikle vücut ağırlığına ilişkin problem yaşamaz, çünkü kendini gereğinden fazla ya da az besleme ihtiyacı duymaz. Problem genellikle; doyum mekanizmasının bozulması sonucu, duygusal açlığın artmasıyla birlikte kendini göstermeye başlar. Duygusal açlık; insanın var oluş amacına uygun bir yaşam belirleyememesi ya da varoluşsal ihtiyaçlarının yeterince karşılanmaması sonucu ortaya çıkar.
Peki nedir bu varoluşsal ihtiyaçlar? İnsan, Yaradan’ın mükemmel bir tasarımı olarak dünyaya, kendine has yeterlilikler ve yeteneklerle donatılmış olarak gelmiştir. Bu yeteneklerini ve yeterliliklerini kullanarak bu dünya da kendini ifade edebilmeli, yaşama katkıda bulunabilmeli ve bunları geliştirebilmelidir. Ayrıca, beslenme, barınma gibi fiziksel ihtiyaçlarının yanısıra; sevme, sevilme, onaylanma, kendini geliştirme, değer görme… gibi duygusal ihtiyaçları vardır. Bu duygusal ihtiyaçlarının yeterince karşılanmaması ya da yetenekleri ve yeterliliklerinin yaşamında gerektiği kadar yer bulamaması, onun doyum mekanizmasını bozarak; duygusal yeme davranışını ya da kendini beslemeyi reddetme davranışını ortaya çıkarabilir. Bu durumu sadece gereğinden fazla beslenmek olarak algılamamak gerekir. Bazen kişi beslenmeyi reddedebilir ya da yediklerini kusma gibi semptomlar gösterebilir. Kimi zaman da mutsuzluk, depresyon ya da ruhsal sıkıntılar kişi de yaşama sevinci eksikliği, hevessizlik, kendi içine dönme isteği oluşturabilir. Böylece evden çıkmak istemeyen ve sosyal direnç yaşayan birey, hareketsiz bir yaşam içinde,kendini yiyeceklerle oyalamaya başlar. Günümüzde fast food tarzı gıdaların oldukça kolay ulaşılabilir hale gelmesi ve yaşam koşullarının da insanları böyle beslenmeye yöneltmesi başlı başına bir sorun olarak göz ardı edilemez.
Kısacası yeme bozuklukları, dışarıdan bakıldığında göründüğü kadar küçük bir problem değildir. Dışarıdan baktığımızda göremediğimiz pek çok nedenleri olan, kompleks bir problemdir. Hem bireysel hem de toplumsal boyutta bir çok yönden incelenmesi, değerlendirilmesi gerekir. Kısacası çocuk ya da yetişkin hangi yaşta ya da cinsiyette olduğu fark etmez, yeme bozukluğu yaşadığı düşünülen bireyin problemine çözüm ararken; tüm detayların doğru değerlendirileceği, güvenilir sağlık kuruluşlarından yardım almak sorunun çözümü açısından oldukça önemlidir.
Özgür Zeynep ÖZÜMTÜRK