banner94

Başkalarını bilmem, kendi hayatım için geçerli ve ilk sıraları işgal eden bazı prensipleri çiğnemek pahasına, çekinmeden övebileceğim; hem geleceğin yükünü omuzlamak ve inşasını üstlenmek isteyen gençlere; hem de kendisini yaşlı gören ve hiç bir işe yaramayacağını sanan ihtiyarlara örnek gösterebileceğim tek bir insan vardır Kızılcahamam’da; Serdar AKBAŞ.

Prensiplerimin başında ne gelir; ilk sırada övünmemek, ikinci sırada birilerini övmemek… Neden övünmek istemem önce bunu açıklamalıyım; elde ettiğim herhangi bir başarı veya layıkıyla yaptığım herhangi bir iş yok mu ki, övünmek istemem veya hiç mi aklımdan geçmez övünmek. Üstün bir akla sahip olmak kötü mü? Kabiliyet ve becerilerini kanıtlamak ve göstermek insani bir duruş ve davranış değil mi? Böyle bir durum karşında hiç mi egom şişmez, gururum kükremez. Kendimi hiç mi yeterli, hatta olağan üstü görmem. Nasıl hayır diyebilirim ki bütün bunlara; nihayetinde bende bir insanım. Her ne kadar övünmemeyi prensip edinmiş olsam da, ipin uçunu kaçırdığım, kendim için koyduğum prensipleri unuttuğum zamanlar olmuyor değil. Hem de böyle zamanlar oldukça çoğunlukta. İyi güzelde bu nasıl prensip koymak demeyin hemen. Prensipler uyulmak için konur ama öyle zamanlar yaşanır, öyle şartlar ortaya çıkar ki, prensipler çiğnenmez belki ama unutulabilir; bazı bahaneler üretilerek etrafından dolaşılabilir, bazen de esnetmeye çalışılabilir insan. Aklı bu, neler üretmez, neler icat etmez ki.

Bir misal; radyoaktif ışınlar insan sağlığını olumsuz yönde etkileyen, hatta kitle ölümlerine yol açabilen çok zararlı ışınlardır; uzmanlarca etkisi ve dozu ayarlanır, belli periyotlarla kanserli hücrelere verilirse, bu zararlı ışınlar o hücreleri yok edebiliyor. Çağın vebası olarak bilinen bu hastalığa şifa olabiliyor. Yergileri biraz uzağa koyalım ve düşünelim; övgülerde radyoaktif ışınlar gibi görünmez ama duyulur; insanın akıl sağlığına zarar veren, psikolojisini etkileyen, bilhassa ego denen benliğini köpürten abartılı sözlerdir. Övgülerin dozu da radyoaktif ışınlar gibi ayarlanmalı; yerinde ve zamanında yapılmalı ki, bir işe yarasın. Her ne kadar prensipler uyulmak için konulmuş olsa da, yaşanan bazı olay ve ortaya çıkan bazı şartlar bu prensipleri gereksiz kılabilir. Bazen etrafından dolaşmak daha uygundur, bazen de çiğnemek. Yeter ki insan için olsun, hayra vesile olsun.

Şu soru akla gelebilir; prensipler zamanı geldiğinde veya şartlar oluştuğunda hep esnetilmeli veya çiğnenmeli? Elbette hayır! Yukarıda anlatmaya çalıştığım gibi bazen öyle istisnalar ve şartlar ortaya çıkıyor ki, konulan prensipler ortaya çıkan durum karşısında lüzumsuz kalabiliyor. Bir misal daha, hâkim bazı hallerde suçu tespit eder, cezayı da verir ama verdiği cezayı tecil eder, yani erteler. Neden yapar bunu… Konulan kuralları çiğnemek değil de nedir bu… Kural veya prensipler hayatı kolaylaştırmak içindir; insanlara ayak bağı olsun, zorluk çıkarsın diye değil. İşte bu hal ve vaziyet karşısında ya esneklik kazandırılmalı prensiplere, ya etrafından dolaşılmalı yahut çiğnenip geçilmeli. Başka çare var mı?

Serdar AKBAŞ gibi aklını, iradesini ve vicdanını geçirdiği hastalığa, hastalığın ortaya çıkardığı engellere, engellerin getirdiği güçlük ve zorluğa; hele ki toplum zihninde katmerleşmiş o katı ve biçimsiz ön yargıya teslim etmemiş birisi için prensipleri zorlamak, esnetmek, etrafından dolaşmak şöyle dursun, ben hiç çekinmeden çiğnerim. Bu yazımda çiğniyor ve diyorum ki; layık olanı övmek hakkı hâkim kılmakla eşdeğerdir.

Şuna da kısaca değinmeliyim; neden hiç kimseyi övmek istemem veya bundan kaçınırım. Hiç mi iyi, güzel ve doğru iş yapan yok. Hiç mi başarılara imza atan, olmazları olur hale getiren bulunmuyor etrafta. Övmek bir yerde başarıları taltif, takdir ve tebrik etmek demek değil mi? Hep kötü, çirkin ve yanlış şeyler yapılmıyor elbet; etrafımızda iyi, güzel ve doğru işler yapanlarda var. Bu insanlar öyle yerinde ve gerekli işler de yapıyor ve bundan sonra yapacaklar. Peki, şahsi prensipler için bu insanları övmemek, yapılanları görmemek anlamına gelmez mi? Kabiliyetlerin gelişmesi de iltifata tabi değil mi? Elbette bunları da biliyoruz; başarıları taltif, takdir ve tebrik etmekte lazım… Peki, ben bunu yapmaktan neden imtina ediyor veya kaçınıyorum.

Taltif, takdir ve tebrik apayrı kavramlar; övmek ise ayrı ve kendine has bir kavram… Kavram kargaşası yaşadığımız günümüzde bunları açıklayarak ne can sıkmak, nede kafa karıştırmak istemiyorum. Ama övmenin alkışla, yuh arasında bir yerde durduğunu söylemeden de edemem. Bazı hallerde alkış yuhtur, yuhsa övmek. Hadi canım demeyin hemen, düşünün biraz. İnsan beğenmediğine de alkış tutabilir; neden? Beğenmediği daha çok beğenilmeyen işler yapsın diye yapılabilir bu alkış. Yuh ise beğenmedim demenin açık anlatımı; övgüden daha değerli olmalıdır beğenilmeyen için. Tabi beğenilmeyen aklını, mantığını ve izanını kullanırsa… İnsan övdüğünü yeremiyorsa, övgüler yuh demekten daha beterdir. Çünkü övgüde ego şişer, gurur kükrer; övülen bulunduğu yer ve zamandan kopar veya koparılır. Her yaptığı doğrudur, ondan başka doğru yapacak olan da yoktur. İyiyi, güzeli ve doğruyu ancak o bilir, o tespit eder. Tek iyi, güzel ve doğru da odur; onda tecelli etmiştir bütün bu hasletler. Bu duruma düşürülen insan seviye kaybeder; bilinci bulanır, akıl tutulması yaşar. Mantığı devre dışı kaldığı için felç geçirir muhakeme yeteneği. İşte bu yüzden yermediğim hiç kimseyi övmem, beni yermeyenin övgüsüne de inanmam. Asıl konumuza dönelim mi?

Esnek olmayan katıdır, serttir, kesicidir ama çabuk yıpranır ve kırılır; esneyen eğilir, bükülür ama yıpranması ve kırılması zordur. Bu düşünce aklımı hep serinletir, irademi teskin eder; bu düşüncenin serinliğiyle vicdanımı teskin eder, teselli bulurum. Ne saklayayım birisini öveceğim zaman hep böyle yaparım. Dudaklarıma ince bir tebessümün yayıldığını fark ederim: ‘İnsan bazen kendisini aldatmalı, bazen avutmalı, yeri ve zamanı gelince de uyutmalı. Bunu birileri yapmadan, kendi yapabilmeli’ diye söylendiğimde olur. Birileri duyacakmış gibi de kısarım sesimi. Oysa kimse yoktur yanımda; ama olsun, kendimi aldım ya karşıma. Kendimi muhatap almazsam, kim beni muhatap alır, adam yerine koyar ki…

Katı, sert ve kesici olmaktansa, biraz esnek, biraz gevşek, birazda yumuşak olmakta fayda var. Hem kendimize karşı böyle davranmalıyız, hem de herkese karşı. Buna anlayışlı olmakta denebilir; bilginin ve tecrübenin davranışa dönüşmesi de. Vicdanımı teskin ve teselli etmek için yaptığım yorum ve açıklamalardan bazılarıdır bunlar. Acaba doğru mu yapıyorum sorusu da hep aklımda durur.

Neden Serdar AKBAŞ’ a prensiplerimi çiğnemeyi göze alarak övgüler dizeceğim; biraz anlattım ama biraz daha değinmem lazım. İnsan kendi söz, eylem ve fiilleri dışında başına gelen her şeyi olduğu gibi kabullenmeli; bu hayatın temel kurallarında biri. Bu kabullenme Mutlak İradeye teslimiyettir; birilerini ön yargısına teslim olmak anlamına gelmez. Daha açık bir ifadeyle teslimiyetle, teslim olmak arasındaki farkı yakalamaktır bu kabullenme. Teslimiyet, Mutlak İradenin kurduğu ve kurguladığı hayata tutunmak ve yaşam kurallarına aynen uymaktır. Teslim olmaksa, birilerinin tarif ve tanzim etmeye kalkıştığı hayat akışına kapılmak, sürüklenmek ve insanın kendisini koyuvermesi. Yani acizlik, tembellik ve iradesizlik… Serdar AKBAŞ teslimiyet içinde yaşayan bir genç; teslim olmak onun için zillet ve onursuzluk. Bilerek seçmiş bu yolu, hiç şaşmamış, şaşırmamış da bunca yıl. Tanıdığım günden bu yana, hep bu hal ve bu yolda üzere buldum kendisini. Bedensel güç yerine akıl gücünü, kendisini kanıtlamak ve otorite kurmak yerine bilinçli ve yararlı olmayı seçmiş. Bedensel gücün zafiyet alanı çoktur; aklını güç haline getirmek isteyense önce varlığında gizli zafiyetleri tespit eder, bu zafiyetleri gidermeyi önceler. Bilinçli ve yararlı olmaksa bu zafiyetleri tespitten sonra ortaya çıkan bir eylem türüdür. Zafiyetlerini tespit etmeyen ne bilinçli olabilir, nede yararlı. Serdar AKBAŞ bunu fark etmiş bir insan, ama hiç mi zaafları, zafiyet alanları yok. Olmaz mı? İnsan zaaflarıyla, zafiyetleriyle hayata anlam katan, denge kazandıran bir varlık. Yermediğimi övemem, dememde ki asıl amaç da bu.

EĞERLİ ALÖREN Köyü Yardımlaşma ve Dayanışma Derneğinin yer aldığı, Devlet Hastanesinin hemen arkasına düşen, dört ayrı yönden gelen kısa ve biçimsiz caddelerin birleştiği o dar alanda karşılaştık bir öğle sonrası Serdar AKBAŞ’ la. Akülü arabasını ustalıkla kullanarak Terminal yönünden çıktı karşımıza; yine o dik duruş vardı görünür yanlarında, görünmeyen iç dünyasında teslimiyet. Gözlerinde ise o hiç eksik olmayan keskin ve kararlı bakışlar.

Her karşılaşmamızda dudaklarına yayılan küçük ve manidar bir tebessüm yakalamışımdır; saygıdan mı, takdirden mi, yoksa henüz keşfedemediğim başka bir duygudan mı? Geçen bunca yıla rağmen bu küçük ve manidar tebessümün mahiyetini hala çözmüş değilim. Önce selamlaştık, sonra hal hatır sorduk birbirimize. Sağlık durumlarımızı sormamak ayıp olurdu; kısaca anlattık. Ben her zamanki gibi iyi idim, o da kendince iyi. Herkesin hasta olduğu bu ülkede birde biz mi yakınacaktık hastalıktan, yakışır mıydı bu bize. Bir ara; “…nasıl gidiyor siyaset, sizde verdiniz mi yerel seçimlerin startını.” Dedim başka laf bulamamış gibi. Serdar AKBAŞ’ ın sözlerini birebir aktaramam ama en sevilen siyasi parti olduklarını, rahmetli Muhsin YAZICIOĞLU’ nun çizdiği yolun en doğru yol, onun da tek dürüst lider ve donanımlı Devlet Adamı olduğunu anlattı. Hakka da bu hal üzere yürüdüğünü açıklamaya çalıştı ayaküstü. Her zaman ve her zeminde duyduğumuz, artık hafızamıza kazınan vasıflarıydı bunlar rahmetli Muhsin YAZICIOĞLU’ nun. Onun ölüm haberini aldığım günlerde yazdığım şiir düştü aklıma; tertemiz yaşayan biri bembeyaz karlar üzerinde verirdi son nefesini. Uçsuz gönül sahibi olana yüce dağlar yakışırdı ancak. Her neyse, acılar söylendikçe azalır; yüreğimizde durdukça artmaz ama sıcaklığını korur.

Soru sormak yapımda var; belki de sonradan kazandığım ve hiç vazgeçmediğim bir alışkanlık, tam kestiremiyorum; “Bunlar partinize ne kazandırdı, hiç düşündünüz mü?” demem bu yüzdendi. “En sevilen olmak, en dürüst ve temiz kalmış siyasi parti olarak bilinmek hangi başarıyı getirdi. Sevilen olmak, dürüst ve temiz olmak siyaset için yeterli değil gibime geliyor.” Dedim onu kızdıracağımı bile, bile. Serdar AKBAŞ için seçim sonuçları siyasi bir başarı olarak görülemezdi, görülmemeliydi. Örnek olmak, örnek olarak gösterilmekte siyasi partiler için başarı sayılırdı. BBP böyle bir partiydi ve hep böyle kalacaktı. Gözlerindeki o keskin ve kararlı bakışlar biraz daha bilendi ve ketumlaştı büyüyen öfkesiyle birlikte. Öfke sınırları içinde kalırsa yararlıdır; insanı daha ileriye fırlatan bir güç olur. Hissettiğim öfke bana karşı olamazdı, sorduğum sorunun ortaya koyduğu siyasi manzaranın acımasızlığına olabilirdi ancak. Öyle tahmin ettim.

Son günlerde önyargıları da arar, hatta özler oldum dersem yanlış söylemiş olmam; önyargı da bile akli bir emek, zihinsel bir gayret vardır. Son zamanlarda toplum olarak önyargıyı da kaybettik; keşke olsa. Yıkmak veya esnetmek için uğraşıp dursak. Ne hikmetse herkes duyduğunu konuşmaya, doğruyu duyumlarda aramaya başladı. Keşke demem bu yüzden. Bu boşlukta varlık aramak gibi bir şey; her ne kadar uzayın sonsuz boşluğunda varlık olarak yaşıyor olsak da. Ses geçirmeyen o anlamsız boşlukta, gölgesi bile olmayan birileriyle mücadele etmek, bu mücadeleyi kazanmak o kadar zor ki, hatta imkânsız. Kazanan bu boşluğu oluşturan ve bizi bu boşlukta mücadeleye iten o görünmez, bilinmez mihrak oluyor hep. Biz boşlukta olmayan düşmanla mücadele ettikçe, o mihrak var olana sahip çıkıyor ve kazanıyor. Ne kadar kötü bir kader seçtirilmiş bizlere; oysa bizim kaderimiz bu mihrakla mücadele olmalıydı. Savaş cesaret ve dürüstlük üzerine kurulmuş olsa da, cesaret ve dürüstlüğü de hile haline getirmeli cesur ve dürüst insan. Bir Hadis-i Kutsi; “Hilesi olmayanın hilesi sabırdır.” Neden cesaretli ve dürüst olanın hilesi de bu hasletler olmasın. Serdar AKBAŞ’ a küçük ama anlamlı bir tavsiye. Dürüst ol, hep dürüst kal ama kullan bu dürüstlüğü. Kullanmadığın dürüstlük, yastık altında saklanan altın külçeler gibidir. Değerlidir ama değer üretmez. Değer üreten değerlerimiz olmalı; yani değerlerimizi kullanmalıyız. Birileri sizi seviyoruz, siz çok dürüstsünüz diyerek bizi kullanmamalı. İtiraz edeceğini biliyorum ama anlattığı bir anıyı aktarmak istiyorum tam bu noktada.

Yıllar önce Rahmetli Muhsin YAZICIOĞLU Kızılcahamam’ı ziyaret eder; ilk uğrayacağı yer neresi olabilir, tabi BBP İlçe Başkanlığı. Tam sormadım ama o sıra İlçe Başkanı Serdar AKBAŞ olmalı. Beraber esnaf ziyaretine çıkarlar; her uğradıkları yerde büyük ilgi ve sevgi görürler. Bir ara yine yakın tarihte vefat eden önemli esnaflardan Kasap Sait VURAL’ ın dükkânına uğrarlar. Hemen çay söyler Sait VURAL, oturmaları için ısrar eder. Serdar AKBAŞ’ ın ifadesi aynen söyle; “Hiçbir esnaf çay söylememişti, tek Sait Amca çay söyledi.” Sözlerini keserek hemen bir soru patlatıyorum; “O yıllarda kasap olarak kim tanınırdı; yerli, yabancı et almak isteyen birinin önceliği hangi kasaptı.” Soruyu geçiştirmeye kalktı ama ısrar ettim. Gözbebeklerine düşen öfke biraz daha büyür gibi oldu; demek ki iyi yoldaydım. İlk kez kızmaya başlıyordu bana. Dudaklarındaki o küçük ve manidar tebessümün mahiyetini çözmek niyetindeydim ve çözülüyordu. Acaba bunca yıl bilmeden veya ima yoluyla övmüş olabilir miydim Serdar AKBAŞ’ ı. Bu ince ve manidar tebessüm acaba kaynağını bu övgüden mi alıyordu. Neden olmasın…

Çaylar gelmiş, sohbet derinleşmiş, rahmetli Sait Amca: “Başkan seni çok seviyoruz, çok dürüst adamsın…” demiş Muhsin YAZICIOĞLU’ na. Sonra, amalar girmiş sözlerinin arasına. Hani bir şarkı vardır; ‘Çoktan unuturdum, ben seni çoktan/ Ah bu şarkıların gözü kör olsun’ diye. İşte sözlerin arasına giren o amalar olmasa, çoktan iktidara gelirdi BBP ve Başbakan olurdu rahmetli Muhsin YAZICIOĞLU. İşte o amalar var ya; temiz ve dürüst olanları unutturmuyor ama iktidara da taşımıyor nedense.

Bu satırları yazdığım sırada okuduğum İskender Pala’nın sona kitabı ‘EFSANE’. Barbaros Hayrettin Paşanın hayatını konu alan bir kitap. Ali YEŞİL’ in şu sözlerini aktarırsam bu kitabı nasıl edindiğim de ortaya çıkar. “Okumayan veya okumaya fırsatı olmayan, okuyana kitap almalı.” Bu kitapta Hızır Reis- Kaptanı Derya olmadan önceki adı bu- esir aldığı, sonraki yıllarda dost ve sırdaş edindiği ‘SİDİ’ ye bir tavsiyede bulunuyor. Hızır Reis’in bu tavsiyesini elbette birebir anlatmayacağım, hafızama alıp, idrakime yedirdiği kadarıyla yazmaya çalışacağım. Hızır Reis diyor ki: “Çocuk… Her insanın iç dünyası bir okyanustur. Bu okyanusu kuran Mutlak İrade dört gemi emanet etmiştir insana; mide gemisi, zihin gemisi, gönül gemisi ve ruh gemisi… Hangi gemiyi seçeceğini, seçtiği gemilerden hangisini kaptan gemisi yapacağını da sana bırakmış. Mide gemisini mutlaka seçmelisin ki, yaşayabilesin. Ama kaptan gemisi yapmanı tavsiye etmem. Zihin gemisini seçersen bilgiyi ve bilgeliği seçmiş olursun ki, bu gemiyi kaptan gemisi yaparsan dünyevileşmen kaçınılmaz olur. Gönül gemisini seçersen sevgiyi, aşkı seçmiş olursun ki, ne dünya önemlidir senin için, ne öteki dünya; mide gemisi de önemini yitir. Ruh gemisini seçer ve kaptan gemisi yaparsan diğer gemileri de yedeklersin; hem dünya sularında yol alırsın fora yelken, hem de dümen kırarsın öteki dünyaya.”

Serdar AKBAŞ Hızır Reis’in bu tavsiyelerinden ders çıkarır mı bilemem; bazı siyaset adamları bu gemileri biliyor olmalı ki, kaptan gemisi olarak bizlere mide gemisini seçtirenler oldu. İki anahtar vaadiyle ödünç oy istediler; bu vaatlerini yerine getirmek içinde beş yüz gün süre. Kendilerine inanandık ki, iktidar oldular ama ne iki anahtarı verdiler, nede ödünç oyu geri iade ettiler. Beş yüz gün ise hala dolmadı.

Siyaset yapanlar eğer sevgi, muhabbet ve aşkı siyasi malzeme yapmak istiyorlarsa, gönül gemisini tercih etsinler; ancak gönül gemisi iktidara yol almaz. Rotası yoktur, dümeni de kırık. Ne dünya umurundadır bu gemiyi kaptan gemisi yapanların, ne öteki dünya. Onlar bulamayacakları Mevla’yı ararlar. Neden bulamazlar; insan bulduğuna sınır koyar, sınır koyduğunu da sahiplenir. Sahiplendiği her şeyin de maliki olmayı ister; malik olduğunda soğur ve uzaklaşır ondan. Helvadan put yapmaktır bu, sonra oturup yemek. Oysa Mevla sınırsızdır; tek sınır ve kural koyan da ‘O’ dur. Dücane ÇÜNDİOĞLU da diyor ki; iktidar mücadelesinde irfan aranmaz. İktidara elde edildikçe ulaşılır insan, irfana terk ettikçe. İlim yolunda yürümekte böyledir; âlim elde ettikçe ilim sahibi olur, arif terk ettikçe irfana kavuşur. Serdar AKBAŞ siyaset yapacaksa bu iki seçenekten birini tercih etmeli; ya elde etmeye çalışmalı ki iktidara yürüsün, ya terk etmeyi bilmeli ki siyasi irfana kavuşsun. İki arada bir derede kalmak sadece siyasi nöbetçi olmaktır. Herkes bilir ki, hiç kapanmayan bir kapı vardır bu ilçede; BBP İlçe Başkanlığının kapısı. Bu kapıda yıllardır bekleyen birde siyasi nöbetçi; Serdar AKBAŞ. Övmek yetmez onu, onunla övünmek de lazım. Nöbet sadece sınırda tutulmaz ya, siyasi nöbetçi de lazım bu ülkeye; ola ki bu ilçeye. Yazdıklarımdan, soru ve yaklaşımlardan ne çıkar, hangi tavsiyeler Serdar AKBAŞ’ a ilham olur, yol gösterir bilemem ama onunla övünmek bile onu teskin ve teselli eder: öyle umuyorum. Siyasetin temiz ve dürüst nöbetçisine saygı duymamak ne mümkün. Biliyorum başarı yalnız seçim kazanmak değildir; yarışta hep var olmakta bir başarı.

İrfan yolunu seçen ve terk ettikçe kazanan nöbetçilere selam olsun.

18 Şubat 2013


Avatar
Adınız
Yorum Gönder
Kalan Karakter:
Yorumunuz onaylanmak üzere yöneticiye iletilmiştir.×
Dikkat! Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, müstehcen, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.

banner83

banner26