ŞAKA GİBİ
Hava karardıktan sonra Kızılcahamam caddelerinde yürümek, sokaklarında dolaşmak büyük bir keyif… Hele Soğuksu Milli Parkına doğru uzanan, değişken ve çok renkli ışıkların aydınlattığı kaldırımları adımlamak, o reçine ve kekik kokulu orman havasını solumak, ciğer yakan o bol oksijeni teneffüs etmek, hafiften başlayan baş dönmesini hissetmek ve terlemek bambaşka bir duygu, çok farklı bir yaşam sevinci…
Yerel ürünlerin satıldığı temiz, düzgün ve tertipli dükkânlar, küçük ve şirin marketler, satış yerleri var artık; insana umut ve iç aydınlığı veren bu dükkân, market ve satış yerlerinin vitrinlerini seyretmek bambaşka bir haz, umut ve onur.
Pişen bazlamaların kokusunu duymak, harlı ateş karşısında yanakları al, al olmuş ev kadınlarının alın terini ve emeğini görmek bu yörenin bir insanı olarak gurur verici. Sevgi ve saygıyla yoğrulmuş müşterek bir hayatın simgesi gibi bu manzaralar. Sakın bu yaşananlar kadın, erkek eşitliği sanılmasın; birlikte ve beraber olmanın adı, tadı ve göstergesi bence. İnsanı, hem de insanlığı kalabalık olmaktan kurtaran da bu olsa gerek; omuz omuza ve sırt sırta bir yaşam ve bir bütünün parçaları olmak. Toplum olmanın yolu da bu birliktelikten, beraber olmaktan geçiyor olmalı. Pişen bazlamalardan, sergilenen yerel ürünlerden daha önemli bu manzaralar. İçim hep umutla dolar, geleceğe dair güvenim biraz daha artar bu gördüklerim karşısında; en samimi duygularım depreşir, gerçekleşmesi mümkün beklentilere dönüşür. İçimden bir bütünün parçaları olmak ne güzel, bu bütünlüğü bilmek, korumak ve bozmamak gerekir düşüncesi geçer her defasında.
Hemen aklıma o zayıf, çelimsiz ama becerikli haliyle rahmetli annem düşer. Onun pişirdiği bazlamaların kokusu burnumun direğini sızlatır; bir tuhaf olurum. Hele bazlamalar piştikten sonra, siyah ve yuvarlak ekmek sacı, sönmeye yüz tutmuş ocak üzerinden kaldırılınca, közlü ve sıcak ocak külüne gömülen soğan ve patateslerin pişmesini beklemek; eğer mevsim uygunsa mor patlıcanların patlatmasını seyretmek başlı başına bir olay ve mutluluktu aile fertleri, hatta komşular için. Ateşin yan tarafında fokurdayan çaydanlıktan yayılan taze çay kokusu bambaşka bir zevk, bambaşka bir huzur ve rahatlamaydı. Çocuk yaşta da olsam biliyor ve hissediyor olmalıydım bu huzur ve güveni ki, silikleşmiş anılarımın en belirgini, hafızamın en özel köşesine sinmiş ve saklanmış olanları bunlar.
26 Mayıs 1960 pazar gününü öğleden sonrasını hiç unutmam, neden mi, anlatayım. Yakın tarihte vefat eden ve Hakk’ın rahmetine kavuşan Demirci Hacı Kemal ÇELİKOĞLU annemin ilk evliliğinden olma çocuğu, tabi bizimde üvey ağabeyimizdi. O yıllarda biz köyden yeni göç etmiş, onun sahibi olduğu, Dilek Tepesi olarak bilinen ve Büyük Kaplıca ile Yukarı Merkez Cami arasında uzanan, o yıllarda yeşil ve bereketli bahçelerle süslü tepeciğin ormana yakın kısmındaki iki katlı evin alt katında oturuyorduk. Yaz aylarında üst kat pansiyon olarak kullanılıyor ve tercih edilen evlerden biriydi. İşte o pazar günü öğleden sonra, hemen evimizin karşındaki çam ağaçlarıyla kaplı ormana mantar toplamak için çıkmıştım. O yıllardan kalma alışkanlık, hala severim mantar toplamayı. Yanımda mahalle arkadaşlarım var mıydı, yok muydu hatırlamıyorum. Mevsim kurak olmalı ki, pek mantar bulamamıştım; halk arasında meşe mantarı olarak bilinen uzun saplı, geniş şapkalı beyaz bir mantardan başka. Elimde bulduğum tek mantarla eve geldiğimde bu kez çamaşır kazanı vardı yanan ocağın üzerinde. Köz dökmüş ocağın kenarına birazcık kül çektim, mantarı bu sıcak külün üstüne koydum ve pişmesini seyre koyuldum. Mantarın ortasına birazcık tuz serptiğimi de eklemeliyim. Önce mantarın göbeğinde toplanan suyu içtim, büyük bir iştahla yedim sonra.
Rahmetli babam inşaat ustasıydı, çalışma hayatı başlamıştı baharın gelmesi ve havaların düzelmesiyle birlikte. O gün, yeni çıkan mevsim meyvesi kirazdan bir kilo almış, yorgun argın işten eve dönmüştü. Akşam yemeğini yedikten sonra kendisini yatağa atacağı da kesindi. Yemeğin başında bende bir tuhaflık başlamıştı; sofada bulunan her şeyi çift görmek, çorbayı içerken boş alana kaşık sallamak gibi. Her çocuk gibi kirazı çok severim, yemek için elimi uzattığımda boş çorba kâsesine soktuğumu gören annem durumu ilk fark eden oldu: “Bunu mantar tuttu herhalde, bu gün mantar yemişti…” diye haykırdığını hatırlıyorum zar zor, sonra kendimi kaybettim. Nasıl oldu bilmiyorum, daha sonra odanın yüksekçe bir köşesine çıkmış ve olanları seyrediyor buldum kendimi. Tuhaf olan da bu… Bedenimi tahta sedire yatırılmış görüyor, annemin çırpınışlarını, babamın telaşını, ablalarımın şaşkın etrafımda koşuştuklarına şahit oluyordum. Sonra yan komşumuz Bekir ADIBELLİ’ nin eşi Selvinaz Abla gözüme çarptı. “Sarımsaklı bol tuzlu ayran içirin, kusarsa bir şeyi kalmaz.” Dediğini duyuyordum. Neden hastaneye götürmüyorlar diye çıkışmayın hemen; yıl 1960… Şu andaki Devlet Hastanesi yok, sağlık ocağı var mı, yok mu bilmiyorum. Zorlayarak ağzım açıldı, bol sarımsaklı tuzlu ayran içirildi, hem de defalarca. Kusmaya başladığımı da gördüm, sonrası karanlık ve derin bir rahatlama…
Sabah uyandığımda uzak diyarlardan gelmişçesine yorgun ama mutluydum; ama bacaklarım dermansız, gözlerim fersiz düşmüştü. Kahvaltı ettim mi tam hatırımda yok, okul çantamı sırtlayım tepe aşağı inerken, okul arkadaşlarımın evlerine geri döndüklerini gördüm. Çünkü 27 Mayıs askeri darbesi olmuştu: “İhtilal olmuş, herkes evlerine…” diye bağırdı birileri. Şaka gibi değil mi? Akşam beni mantar zehirliyor, sabah ihtilal zehriyle sarsılıyordu ülke. Her neyse…
Büyük Kaplıca eskisi gibi değil artık, bambaşka bir imaj, makyaj ve ambalaj içerisinde. Hastalığımdan dolayı girmeyeli epey oldu ama olsun, duyumlarım oldukça olumlu. Belediye Başkanı Coşkun ÜNAL’ la sanki cehre değişimi ve yenilenmesi yaşadı bu ilçe. Görmüş, geçirmiş, denemiş ve yaşamış adamın hali bambaşka. Hani bir halk tabiri var ya: “Yediğin pekmez, gördüğün Antep…” Benim Kızılcahamam algım ve övgümde bu tabire uygun olur; ne gördüm ki, neyle ve nereyle kıyaslayayım bu yerleşim yerini. İçimden geldiği gibi kurduğum birkaç çarpık cümle ile ne anlatabiliyorsam o. Gören ve yaşayan insanın hali başka oluyor… Bakış ve yorum farkı, görev ve hizmet anlayışı ise bambaşka.
İlkokula burada başladığımı düşünerek hesap ediyorum; 57 yıl olmuş bu ilçeye yerleşeli ve ömrümün burada geçen kısmı; ilk altı yılı köy hayatı. Az değil bu süre, yarım asrı çoktan geçmiş. Neler kalmış o yıllardan, neleri hatırlayabiliyorum diye hafızamı karıştırdığımda şaka gibi bir Kızılcahamam fotoğrafı beliriyor zihnimin geçmişe dönük bölümünde. “Asımın Bağı” olarak bilinen o dik yamaçta yetişen omçalardan koruk üzüm, yetişkin ağaçlardan erik ve elma çalarken kendimi hayal etmek hem çok hoş ve eğlenceli, hem de mahcubiyet ve utanmama sebep. Neredeydi bu “Asımın Bağı”; Yukarı Merkez Caminin tam güneyine düşen ve henüz yapılaşmaya esir düşmemiş o dik yamaçtaydı bu bağ. Hemen yan tarafında “Sobacı Mehmet’in Bağı” vardı, birde iki katlı kerpiç ev…
Bizimle birlikte, yan komşumuz olan, o yıllarda Belediyede elektrik teknisyeni olarak çalışan, sonra mesleğine uygun bir malzeme dükkânı açan, daha sonra Ankara’ya göç eden ve 12 Eylül 1980 askeri darbesinden önce Milletvekili seçilen rahmetli Bekir ADIBELLİ dışında her evin bir damı vardı. Bu damlarda beslenen bir veya birkaç inek… Taze süt içerdi her sabah çocuklar; bana yatmadan önce içirirdi annem. Biraz çelimsiz miydim ne? Nedense sevmezdim sütü.
Yoğurtlarda bambaşka bir tat, ayranda dil buran bir lezzet, tereyağında sıhhat ve enerji veren bir doğallık vardı o yıllarda. Meyve sebzeler mevsiminde çıkar ve yenirdi. Özlenenin tadı, hasreti çekilenin lezzeti çok değişik ve farklı oluyor. O iri ve kıpkırmızı köy domateslerinin ortadan ikiye ayrıldığında yayılan kokusu ve doyumsuz görüntüsü görülmeye değerdi. Çok severdim yemesini… Hele kavun ve karpuzun Pazaryerine gelmesini beklemek, tahta kasalı kamyonlardan elden, ele atılarak istiflenmesini seyretmek yok mu, hala gözümün önünde ve iştah kabartıcı. Bazen elden kayıp yere düşen ve parçalanan karpuzun etraftaki çocuklarca kapışılması var ya; içimi kıpır, kıpır etmeye yetiyor.
Fakirlik hayatın gerçek mahiyeti, belki de anlamıydı o yıllarda. Zenginlik herkese nasip olacak bir nimet değil, istisnaydı. Bu yüzden toplumun saygısı vardı zenginlere; kıskançlığı değil. Şimdi herkes zengin, herkes kendince fakir; anlamı kalmadı fakirliğin, zengine ve zenginliğe de saygı yok gibi bir şey. Şaka gibi bir hayattı yaşanan ve yaşadıklarımız; gülsem ayıp olmaz sanırım.
Su gibi insan hafızası da karıştırıldıkça bulanıyor; hafızamı fazla karıştırmak istemiyorum. Bulabildiğim ve aktarabileceğim hatıra ve manzaralar bu kadar. Tarih toplumların hafızasıdır diyenlere pek inanmıyorum; eğer böyle olsaydı tarih hep tekerrür eder miydi? Tarih, şaka gibi yaşanan hayatın, şakadan hoşlananlar tarafından hatırlanması ve yazılmasından başka bir şey değil. Yani, tarihçiler birer şakacı; tarihse şakadan ibaret. İlber ORTAYLI’ yı okurken böyle bir hisse kapılıyorum; hele dinlerken bu hislerim gerçeğe dönüşüyor.
Muhteşem Yüzyıl dizisini hiç izlemedim; Harem’i ise bazen. Harem dizisi bu tezimi doğrular nitelikte, Muhteşem Yüzyıl ise tarihi değil, tarihçilerin yamuk tarih anlayışını görselleştiren bir anlayış. Kısa bir dönem de olsa rahmetli Bekir ADIBELLİ’ nin milletvekili seçilişi bana nasıl şaka gibi geliyor ve bu tarihi vaka ise; gerçekten tarihte bir şakadan ibaret olmalı. Savaşlar bu şakanın can yakan yüzü; barış ve huzur diğer tarafı.
Hayatı ne kadar ciddiye alsak ve öyle yaşamaya çalışsak da, hayat bir şaka. Hastalıklar bu şakayı kaldıramayanların rahatsızlığı, acısı, derdi, kederi. Şakayı anlayanlar içinse hastalıklar bu şakanın diğer yüzü, düşündüren ve gülümseten tarafı. Nasıl paranın iki yüzü varsa; hayatında iki yüz var. Her şakada nasıl bir yalan, bu yalanın ortasında nasıl bir gerçek saklıysa onun gibi bir şey…
Otuz yıl önce başlayan PKK terörü nasıl son günlerde şakaya dönüştü ve barış süreci adı altında komikleştiyse, bundan sonra yaşanacak olanlara da şaka olarak bakmakta yarar var. Sözü nereden alıp nereye getirdim, nasıl bir dolambaçlı yol izledim görüyorsunuz değil mi? Edebiyat bu olsa gerek; edebiyatçılar da bu yolu izleyen dalgın ve düşünceli insanlar. Ahmet ÜMİT’ i okuyanlar onun hayatı nasıl şakaya aldığını sezer, dalgın ve düşünceli olduğu gerçeğini de satırları arasında bulur.
Hayat, her insan için sıralı ve süreli yaşanan bir zaman dilimidir; tabi toplumlar içinde. Ne ki, bazen sırasını takip ederken süresini, süresini ayarlarken sırasını kaybettiğimiz olmuyor değil hayatın. Sırasını kaybeden yaşam hakkını da kaybeder; süresi içinde yaşanmayanın da tadı tuzu kaçar. PKK terör örgütü artık süresini doldurdu ve tadı tuzu kaçtı. Artık ilk sırada olması bir şey ifade etmiyor. İşgal ettiği sırayı korumaya kalktığı müddetçe ileri sürdüğü tüm argümanlar, toplum nezdinde kabul gören haklılığı da silikleşiyor ve meşruiyetini kaybediyor artık. Ne diyor dünün terörist başı, bu günün muteber adamı: “Silahlı mücadele dönemi artık bitmiştir, başka bir alanda mücadelemizi başlatmak zorundayız.” Buna benzer bir cümle kurduğu… Yine şaka gibi geliyor bana, bu güne kadar yaşananlar ve ardından söylenen bu sözler. Ama bu şakanın içindeki şu gerçeği de görmüyor değilim; hayat sıralı ve süreli yaşanan bir zaman dilimi.
Madem PKK terörü sırasını kaybetti, süresi de doldu; neden kendi kendisini iptal etmiyor da hala silahı koz olarak kullanıyor… Ve neden hükümet bu sırasını doldurmuş ve süresini bitirmiş komedinin peşine düştü ve abartılı bir barış süreci başlattı. Harmandan çeç kalkarken herkes payına düşeni almak istiyor da ondan. Balıkçılar ağlarını toplarken nasıl etraftaki deniz kuşları ağların üstüne üşüşürse öyle bir ortamı yaşıyor bu ülke; herkes pay peşinde. Peki, neden MHP durduğu yeri muhafaza ediyor, CHP karamsar ve tedirgin bir siyaset tercihinde ısrarcı. Neden çeç dolu harmana yanaşmıyorlar. Ve neden çekilen ağların üstünde uçup pay peşinde değiller.
Rahmetli annem Saraycık Köyü nüfusuna kayıtlıdır, yani benim yarı tarafım Saraycık’ lı. Bir güz sonu, Saraycığın o dik yamaçlarına ektiği ekinleri harmana taşıyan bir Saraycık’ lı, harmanı savurmuş, ekinleri çeç haline getirmiş ki, aniden bir yağmur başlamış. Öyle bir yağmur ki, bir yıllık emeği sel sularına kapılmış gitmiş. Hava puslu ve karanlık, ara sıra şimşekler çakmakta; gökyüzüne dönmüş ve şöyle haykırmış Saraycık’ lı: “Kalmadı bir şey, hâlâ ışık yakıp, boş yere bakıp durma…” Bu inanç dolu bir insanın Allah’a(c.c.) sitemi ki, bazen yapmakta yarar var. Neden mi? İmanın sağlamlığına işaret eder de ondan.
Kıssadan hisse demeyeceğim, MHP bir yağmur bekliyor, belki bir tufan; harmanda biriken çeçleri bulundukları siyasi vadiye getirecek. CHP karamsar ve tedirgin, harmana yanaşsa olmuyor, yağmur yağmasını beklemek uzak bir ihtimal… Ne hoş manzara değil mi? Şaka gibi bir durum bu yaşananlar. Gülsem ayıp olur, gülmesem ciğerlerim patlayacak, kendimi öylesine sıkmışım. Hadi hayırlısı demek mi lazım… Herhalde…
Bu yazımı kısa keseceğim; fazla uzatmayacağım ama içim de dolu, dolu.
Gelecek yazımda ilk defa gittiğim ve hâlâ etkisinden kurtulamadığım Çanakkale’ yi yazmayı düşünüyorum. Duygularımın nasıl altüst oluşunu, hayat anlayışımın nasıl değiştiğini anlatmayı deneyeceğim. Başarabilir miyim? Denemeden kestirmek çok zor. Bekleyelim ve görelim. Hayırlı günlerin habercisi baharı yaşıyoruz; baharın müjdeler taşımasını ve gönüllerimizi tazelemesini umuyor, saygılarımı sunuyorum. 10 Nisan 2013