İ N S A N S I Z H A Y A T
( Beşinci Bölüm)
“Gerçekleşmeyecek hayal yoktur; yeter ki hayal kuranın niyeti ciddi olsun…”
Yeni emekli olmuş bürokrat düşünceler içinde; hiç duymadığı şeyleri işitmenin şaşkınlığı düşmüş bakışlarına, anlaşılan kafası hayli karışık. Bildikleriyle örtüşmüyor duydukları, doğruluğundan emin olduğu her şey yer değiştiriyor bu anlatılanlar karşında; öylesine toz duman içinde kalmış zihni. Daha genç olanımızsa sonuca odaklanmış, Çılgın Hasan’ı tanımadığına hayıflanıyor mu ne; çekiştirip duruyor azıcık sarkık tişörtün kol uçunu. Belki de çekiştirdiği için uzadı, farkında değilim.
Sözü bitirmeliyim bir an önce, fazla uzadı bende sıkılmaya başladım ama kasap bıçağıyla et kesmiyoruz ki; söz bu, bittiği yere kadar gitmek ister.
“ Sıkılanlar” var diyorum köpeğin üzerinden bakışlarımı çekerek “Pek fazla bir şeyde kalmadı, biraz sabır…” Yeni emekli olmuş bürokrat şöyle bir kımıldanıyor, niyeti bir şeyler söylemek, nedense sonradan vazgeçiyor. Genç olanımızdan ses seda çıkmıyor, halinden memnun. Eli köpeğinin başında olan yeni gelense, bitir de kalkayım havasında.
“Çılgın Hasan devamla şunları anlattı ve çok ilginç: ‘Sanıyorum Yüksel’in manitası bir koyun alalım, atalım arabanın bagajına, mahalle kasabımız Hüsnü Dayıya kestirir, eşe dosta pay eder dağıtırız teklifinde bulundu… Hayli geçmiştik sürünün bulunduğu yeri, bu teklif üzerine hemen geri döndük. Hoşumuza da gitmişti, neden olmasın… Şoför arabada kaldı, biz çıktık yaşlı çobanın yanına. Çimenliğe öyle uzanmış ki, sormayın; keyif ehli bir ihtiyar. Selamlaşıyoruz, hal hatır soruyoruz… Almancıyız yine, tatile gelmişiz, sıla yolundayız. Geçerken sürüyü görmüşüz, bir koyun almak gelmiş aklımıza, satar mısın diye soruyoruz. Koyun sürüsünün yarıdan fazlası kendisininmiş, bir kısmı da köy muhtarının. Kendisine ait olanlardan satabilirmiş, hele bir toklu varmış ki, tam bize göre. Koyun fiyatlarından haberdarız, en etlisi, butlusubin lirayı geçmez, teklif edilense toklu. Yaşlı Amca bir hamlede tutup getiriyortokluyu, öylesine de dinç ve çevik. Dediği kadar var gerçekten, oldukça bakımlı, kelle kulak yerinde toklunun; iste diyoruz. Hocam kaç lira istese beğenirsiniz…’ Nereden bileyim ama atıyorum: ‘Bin beş yüz olabilir’ Gülüyor Çılgın Hasan: ‘Ne bin beş yüzü Hocam, tamı tamına iki bin beş yüz istedi. Etme amca, tutma amca, yok; Nuh diyor Peygamber asla… Yahu insan yüz lirada mı inmez, inmiyor.’ İçime doğuyor Çılgın Hasan ve arkadaşlarının yapacakları, mark, dolar diyerek basacaklar Peru, Şili paralarını… ‘Niyetimiz kandırmak, dolandırmak değil, sonra yaşlı çobanı da cana yakın bulmuşuz. Israr ediyoruz, nasıl olsa vurmuşuz parsaya, parasını vereceğiz ihtiyarın, alacağız tokluyu. Ne çare direniyor yaşlı amca, niyeti kötü Hocam, bulmuş karşısında Almancıları, kısmet ayağına kadar gelmiş bir kere. Hele almak içinde ısrar ediyoruz ya, güya kandıracak bizi… Bakışıyoruz birbirimizle, Yüksel göz kırpıyor, istendi gereğini yap diyor işaret diliyle… Yapalım, yapalım da kıyamıyorum ihtiyara. Bizde köy çocuğuyuz diyorum, anlarız bu işlerden; yapma amca ver şu tokluyu… Nafile… Amcada tık yok, malından bıkkınlığı yokmuş, alırsak tek fiyat. Peki diyorum; iki bin beş yüz liraya anlaşıyoruz ama yanımızda bu kadar Türk parası yok, mark bozarsa alırız tokluyu. Markları kaç liradan vereceğimizi soruyor yaşlı amca, arabada hazır tuttuğumuz gazeteleri getiriyor Yüksel, bakıyoruz günlük kurlara. Hesap, kitap anlaşıyoruz amcayla; vereceğimiz markların üstünü gidip getirmesi gerekiyor köyden. Üzerinde para taşımıyor, dağda, bayırda paraya ne ihtiyacı var. Yüksel ile birlikte arabaya iniyorlar, haydi köye; çok uzak değilmiş köy, hemen şu tepenin ardında. Biz sürüye göz kulak olacağız; ya alıp götürürsek… Kim düşünür bunları Hocam, mesele tokluyu iki üç katına satmak. Çok geçmeden dönüyorlar köyden, markları veriyorum, üstünü veriyor amca ama yine bir teklif: Biriktirdiği Hac parasını getirmiş, markla değiştirmek istiyor. Yapma amca mı diyeyim; getirdiği parayı hesaplıyoruz, karşılığında mark diye Peru, Şili paralarından veriyoruz, oldukça da düşük kurdan hesaplıyoruz hayırlı yolculuğa çıkacak ya. Nasıl dualar ediyor, hiç duyulmamış olanlarından… Gülsek mi, ağlasak mı, yoksa şu hayatın tuhaflıklarına bakıp günlerce düşünsek mi?’ Düşünsek daha iyi olur diye geçiriyorum aklımdan, düşünsek ve anlamaya çalışsak hayatı. Hayatın kuğusunu, bize yaşattıklarıyla neler anlatmak istediğini. Düşüncelerim arasında bir soru daha kımıldayıp durmakta sorayım bari: ‘Hasan bu derece akıllısın, bu derece aklını gerektiği yerde doğru veya yanlış kullanabiliyorsun ama kazandığın bu paraları ne yapıyorsun. Haydan gelen Huya gider diye bir söz var, sen ve arkadaşların bu sözün neresindesiniz.’ Gülüyor Çılgın Hasan, bu sefer kapatmıyor ağzını: ‘İlk sözümü nasıl unutursun Hocam; ne demiştim kandırmak niyeti olanlara öncelik veririz. Biz kandırmak niyeti olanlara öncelik verir kandırırız; kandıranları da bir kandıran olmasın mı?’ Soru ciddi ve önemli… ‘Olur mu?’ diyorum; bir kahkaha daha; ‘Olmaz mı, hem de kandıracak olanın ayağına biz gideriz Hocam… Kandır bizi diye bir yalvarmadığımız kalır.’ Nasıl diye sormaya utanıyorum, anlatır nasıl olsa. Derin, derin oh çekiyor, yaşadıklarını film şeridi gibi mi geçiriyor gözünün önünden ne; dalıyor, dalgınlaşıyor bir müddet. ‘Barlar, pavyonlar, batakhaneler, kumarhaneler helal para kazananlar için mi kuruldu sanıyorsun Hocam…’ diyor; Hocam deyişi de çok hoş hani… ‘Bizim için, bizim gibi kandıranları kandırmak için kurulmuştur; akşama kadar çal, çırp, sabaha kadar muz gibi soysunlar seni… Akşama kadar binmek için eşek ara, sabaha kadar eşek yerine koysunlar binsinler sırtına… Sadece barlar, pavyonlar, batakhane, kumarhane mi, alıcı kuş gibi bir sürü insan bekler yolumuzu… Evimize girinceye kadar dirhem, dirhem koparırlar, alırlar nasiplerini. Buraya geldiğimde bozukluklar dışında parmağımda bir tekaltın yüzük vardı, onu da gardiyanlara verdim,satıldı. Çıkıncaya kadar idare edeceğiz yüzük parasıyla. Olsun be Hocam, biz alıştık bu hayata, nasibimiz gelir bir yerlerden. Gayrı meşru yaşasak da Allah inancımız vardır, O’ nun sayesinde bugünlere geldik. Abdest alıp, namaz kılmasak da Müslümanız Elhamdülillah.’ Çılgın Hasan bunları söyledikten sonra sustuk, daha doğrusu ben sustum; o çay getirmeye gitti içeri. İki bardak çayla döndü bir süre sonra; bütün bildiklerimi, hayat kurgumu altüst ettiğinden habersiz… İşte o gün anladım insan olmanın ne derece zor, bir o kadar kolay olduğunu. İşte o gün anladım olaylara tek cephe ve veçheden bakmanın yanlış olduğunu.”
Köpeği huysuzlanıp duran yeni gelene dönerek: “İnsansız hayat inşasından vazgeç, Çılgın Hasan’ ı düşün. Kandırıldığına üzülme, kandıranların daha fazla kandırılacağı aklına gelsin. Birde kandırılmakla kalmayacakları, itibarsız kalacakları, ceza çekecekleri, hüküm giyecekleri… Hatta Çılgın Hasan’ın tabiriyle eşek yerine konulacakları…”
Ağırdan ve isteksiz doğruluyor köpek dostu yeni gelen; ağırdan doğruluyor çünkü söyleyeceklerini henüz zihninde toparlayamamış, bakışları net değil bulanık. Sözünü söyleyen, sözünün sonu getiren çabuk kalkar; çokça yaptığım için bilirim. İsteksiz kalkıyordu, ne söylenen hoşuna gitmişti, ne söylemek istediklerini doğru dürüst anlatabilmişti; zihni dağılmış, bildikleri bambaşka yerlere savrulmuştu. Çünkü o güne kadar duymadığı konularda gelişmişti sohbet. Aklı algılamıştı anlattıklarımı ama zihnine tam anlamıyla oturtamamıştı; muğlak ve müphem alanlar vardı hala.
“Köpek huysuzlandı, bana müsaade…” derken nefretin izlerini okudum gözlerinde; kime ve neye olduğu belli olmayan nefretin o insan bakışlarına yakışmayan alev, alev yanışını. Öfke, hınç ve kızgınlık bir arada; kaba, hoyrat ve huzursuz düşüncelerle birlikte… Nasıl tahammül etsin insan bünyesi bunlara, nasıl kaldırsın, omuzlayıp taşısın. “Niye anlattın bunları bana… Benim anlatacaklarımı dinleseydin önce; boşa değildi benim nefretim, öfkem, kızgınlığım…” demek istercesine bir ifade; ürktüm birden. İçimde yine bir şeyler kırıldı, paramparça oldu, döküldü pul, pul. Hep böyle olur, keşke dinledikten sonra anlatsaydım Çılgın Hasan’ı. İki adım attı, atmadı; durdu, yavaşça döndü: “İnsan sevilir, insan olmayandan nefret edilir… Boşa ceza evlerinde kalmışsın Nizamettin Bey; boşa dinlemişsin Çılgın Hasan’ı. Ben şunu anladım, menfaatlerin olduğu yerde insan bulamazsın, ihanet vardır, kalleşlik vardır, kaypaklık vardır. Bir gün sende nefreti öğreneceksin, kaçacaksın insanlardan ama şimdilik kandır kendini, avut sevgiyle, saygıyla, hürmetle; ama ne zamana kadar…” Köpeğin tasmasını daha sıkı kavradı ve uzaklaştı; sözleri masamıza düşen akşamın pusunu daha bir koyulaştırdı, bir girdap oluşturdu ve zihinlerimize girmek için küçücük delikler aradı, sonunda buldu da.
Sustuk ve bakıştık; ister istemez takip ettik bu sözleri söyledikten sonra ardına dönüp bakmadan gideni. Yeni emekli olmuş bürokratın yüz hatlarına kırıklık yayılıyor; birazda kızgın bir ifadeyle bozuyor suskunluğu: “Nedir bu arkadaşın derdi; tanışmak, konuşmak varken neden böyle nefret kusuyor.” Çıkışını sert bulmuş olacak ki: “Çok eskiden tanışıyor olmalısınız; size dert yanacaktı herhalde…” Çok eski olmasa da epey eskiydi tanışıklığımız; derdine gelince fazla bir bilgim yoktu ama tahmin edebilirdim. “Tanışalı epey oldu ama tanıyorum diyemem; fırsatım olmadı buna. Derdine gelince bilmiyorum; bilmekte istemem… Genel manada yorum getirecek olursam; haddini aşan zıddına döner, arkadaş hep haddini aşmış. Tanıştığımda böyleydi, değişmemiş baksanıza. Haddini aştıkça da zıddına dönüyor; yazık…” Genç olanımız giriyor söze: “ Bende pek fazla tanımam, çok değişik bir tip. Çokta siyasetçi diyorlar duyduğuma göre…” Çokta siyasetçi ne demek, tuhaf bir yaklaşım… Belki de haddini aşanlardan biri demek istedi; zıddına dönüşüne bakarak. “Siyaset yapacağım diye boğulanlardan; boğulurken de bizim gibileri boğanlardan mı demek istedin… Haddini aşmaktır bunun adı.” Gülüyoruz, gülmek denirse buna. Artık kalkma vakti geldi, genç olanımız garsona sesleniyor, anlaşılan ödemeyi yapacak. Yeni emekli olmuş bürokrat şöyle bir geriniyor: “Tek soru soracağım nedir haddini aşmak…” diyor arkasına yaslanırken. “Bu arkadaş çok sevecen birisi; seviyor ve sevdiklerine inanıyor olmalı… Şüphe yok, tereddüt yok, sorgulama hiç yok… Ne sevdiği, sevdiği gibi çıkıyor, ne inandığı hayal ettiği gibi. Yapacağı tek şey kalıyor suçlamak, öfkelenmek ve nefret etmek. Yani sevgide ve inandığı değerlerde haddini aşıyor; sevgi nefrete, inanç inkâra dönüyor. İnsansız bir hayat kurmaya kalkıyor; hayvanlarla dostluğu seçiyor ama tatmin olamıyor; sevgi ve saygı eksenli yaşayanları, dostça sohbet edenleri görünce de biriktirdiği özlemi nefret haline getiriyor ve kusuyor ulu orta. Çok iyi ve dürüst bir insan denebilir; ne ki bunu doğru kullanamadığı için istismar ediliyor. Siyaseti de sanıyorum böyle yapıyor, aynı öfke ve nefretsiyasi görüşlerine de sinmiş olmalı. Ne denebilir:İnsansız hayat inşa etmeye kalkıyor, kendi de insan, önce kendisine düşman oluyor. Nefreti bu düşmanlığın sonucu, kendisine düşman olan herkesten nefret etmez mi? Anladığım bu, yorumum da bu… “
Eyvallah diyor önce yeni emekli olmuş bürokrat, sonra daha genç olanımız. Benim Eyvallahım da herkese…
“Bu yazdıklarım bir hayaldi; hakikatin gölgesinde bulduğum…”