HÜKÜMDAR VE EŞKIYA…
( 8. Bölüm )
“ Akıllı çoban kurda koyun kaptırmayan değil, sürüyü kurda kırdırmayandır…”
Vezir, babasının miras bıraktığı sözü hafızasının en dip, en kuytu ve en karanlık köşesinden bulup çıkarmıştı. Asıl mesele sözü hatırlamak olmadığı da ortadaydı, biliyordu bunu. Babası bu sözü hangi durumlarda kullanıyor, ne gibi meselelerin hallinde söylüyor, nasıl bir olayın sonucunda dile getiriyor ve hangi görüş veya fikre karşı ileri sürüyordu; bunu hatırlamak istiyor, bunun için kafa yorup duruyordu. Sözü tekrar, tekrar evirdi çevirdi zihninde: “ Akıllı çok bilen değil, bildiklerini yeri gelince söyleyendir; cahil az bilen değil, bildiklerini her yerde söyleyendir.” Tam böyle miydi, eksiği gediği var mıydı hatırladığı bu sözün… Hafızasını delik deşik etse de nafile; galiba sözün hepsi buydu. İlk içeri giren danışmanı süzerken bunlar geçiyordu aklından.
Babası da yıllarca vezirlik yapmıştı, öyle çetrefilli olayların, öyle halledilmesi güç meselelerin, öyle aşılmaz gibi görünen badirelerin yaşandığı bir dönemdi o yıllar; sabahtan akşama kadar çalıştığı yetmiyor, akşamdan sabaha kadar da çalıştığı oluyordu; koskoca adamın çaresizlik içinde kıvrandığı, kahrından ağladığı da çocukluk hatıraları arasındaydı. İç geçirdi şöyle bir; baba başkaydı, babası bambaşkaydı.
Hatırladığı bu sözü o karışık dönemlerde söylediğine göre önemli olmalıydı. Neyi kastetmiş olabilirdi rahmetli babası; yıllar sonra denize düşenin yılana sarıldığı gibi bu söz aklına düşmüş ve medet ummaya kalkmıştı. Gülümsedi o an, içinden kahkaha atmak geçti ama tuttu kendisini. Diğer üç danışmanda saygılı bir biçimde sırayla odaya girmişti o sıra.
“ Meselesizlikte mesele oluyormuş baksanıza…” dedi gayrı ihtiyari.
“ Efendim…” diyerek duraksadı içeri giren danışmanların üçü birden. Odada olan danışmansa vezirin durumunu az bucuk anlamış olacak ki, tebessüm etti.
“ Bir şey yok, sesli düşündüm…”
Düştüğü düşünce çukurundan çıkan vezir, içeri giren danışmanlara oturun işareti yaptı ve onlar yerlerine otururken her birini tek, tek süzdü.
“ Arkadaşlar, bugün GÜLERYÜZ köyünden sıra dışı bir haber geldi… Genç ve toy bir ulak getirdi bu haberi… Ne var ki getirdiği haberin yanına yolda işittiği bir sürüde nasihati koymuş. Onu dinlerken Hükümdarımız donup kaldı, ne yalan söyleyeyim bende tokat yemişe döndüm. Mutlaka sizlere ulaşmıştır bu haber… Yıllarca uğraşarak kurmaya çalıştığımız bu erdemli düzeni eleştiren nasihatlerdi bu ulağın tembih üzerine getirdikleri. Siz odaya girerken sesli düşünüyordum ve söylediklerimi sizlerde duydunuz; hiç yapmadığım bir şey…”
Karmakarışık duygular içine girmişti vezir, elli yıllık emeği bir haber ve dört nasihatle uçup gidiyor muydu yoksa… Dalgınlaştı bir an…
Vezirin dalgınlaştığını, karışık duygular içinde bocaladığını anlayan yaşlı ve tecrübeli başdanışman söze girme gereğini hissetti.
“ Efendim, ulağın getirdiği haberi bizlerde duyduk, aktardığı nasihatlerde kulağımıza çalındı; ama tam olarak anlayamadık, bir de sizden dinlemek isteriz. Sesli düşünmenize gelince; meselesizlikte mesele oluyormuş demeniz bence geldiğimiz noktayı gösteriyor. Hatırlarsanız bu sözü iki sene önce ilk telaffuz eden ben olmuştum. Bunu övünmek için söylemiyorum. Memleket meselelerini konuştuğumuz her toplantıda, yeri ve sırası gelince bu görüşümü hep dile getirdim. Bu sözü kurmaya çalıştığımız, hatta başarılı da olduğumuz ‘ Barış, Huzur ve Güven’ düzenini eleştirmek için de söylemiyordum.‘Meselesizliği mesele yapanların, meselası olmaz…’ dedim ve demeye de devam edeceğim. Ne yazık ki, bu güne kadar bu sözüne bir açıklık getir diyen de olmadı. Kurmaya çalıştığımız ‘Barış, Huzur ve Güven’ düzeni elbette çok erdemli ve insan yaşamına çok uygun. Lakin bu düzen meselesiz yaşamayı hayata taşır ve hayat tarzı haline getirirse, insanlar rahatlar, gevşer ve rehavet içine girer. Çabuk olgunlaşan meyve nasıl çabuk bozulursa bu durum toplumsal olgunlaşmayı getirir ama çürümeyi de kolaylaştırıyor; ben bunu fark ettim. Çünkü hayat meselesiz hem yaşanmıyor, hem de çekilmiyor. Mesela demeden meseleleri bilmek ve yorumlamak mümkün değil. ”
Vezir onun her zamanki gibi uzun, derin ve anlamlı konuşmasına içerlemişti.
“ Tamam, tamam… Asıl meseleye gelelim.” Dedi ama kıpkırmızı da kesildi, yine mesele demişti. Hay kopası dili…
“ Bakın beyler, olayları meseleydi, meselaydı diye uzatmanın, sündürmenin âlemi yok. Madem duydunuz bir de ben anlatayım.” Ulağın getirdiği haberi aklında kaldığı kadarıyla anlattı, tembih üzerine aktardığı nasihatleri de biraz alaycı bir üslupla sayıp döktü. Hükümdarın bu haberi önemli bulduğunu, nasihat diye aktarılan sözlerden de çok etkilendiğini, tahminine göre GÜLERYÜZ köyüne gitmek için yola çıkmayı göze aldığını açıkladı. Buna delil olarak da Hükümdarın salondan çıkmadan önce ‘ Hükümdar acele karar vermez; gider, görür, anlar ve öyle hükmeder’ dediğini gösterdi.
Akşam yapılacak toplantı için hazırlık yapmak için kendilerini yanına çağırdığını, birlikte bir karara vararak Hükümdarın karşısına çıkmanın ve görüş beyan etmenin doğru ve sağlıklı yol olduğunu söyleyerek sözlerini tamamladı. Sonra danışmanlardan görüşlerini istedi yumuşak bir üslupla.
Teamüller gereği başdanışman en son söz alırdı; diğer üç danışmanın ortak kanaati Hükümdarın niyetini tam öğrenmeden görüş beyan etmenin doğru olmayacağı yönündeydi; başdanışman da katıldı bu görüşe. Vezir için, için köpürse de yapılacağı bir şey kalmamıştı. Biraz önceki üslubunu hemen değiştirdi, kızdığını bilsinler istiyordu. Sert ve azarlayıcı bir sesle.
“ Dediğiniz gibi olsun, çıkabilirsiniz…” dedi, soğuk rüzgârlar eşliğinde son buldu toplantı.
Akşam yapılan toplantıya Hükümdar hayli geç katılmıştı; hasta olduğu her halinden belliydi, bir o kadar üzgün ve karamsar olduğu da. Toplantı fazla uzun sürmedi, Hükümdar vezirin tahmin ettiği gibi GÜLERYÜZ köyüne gitmeye, yaralı adamı tanımaya karar vermişti. Ulağın yolda karşılaştığı yaşlı çobanı dinlemek ve görüşlerine başvurmak istiyordu. Bu yaşlı çobanı çok merak ettiğini söylemiş ve onun nasihatlerini aktararak karşı görüş istemişti. Başdanışmanla birlikte diğerleri Hükümdarın aldığı kararı yerine bulmuşlar, aldığı karara aynen katılmışlardı.
Son sözü Vezir aldı, ulağın tembih üzerine getirip huzurda aktardığı nasihatlere, babasından miras sözle karşılık vermeye kalktı ama Hükümdar, rahmetli vezirden çok duyduğu bu söz karşısında kafasını kaşıdı; diğerleri de sadece kulak kabarttı. Vezir ne yapsın; babası adına hayıflandı, kendi adına kızdı, köpürdü. Kısa süre içinde yola çıkılacağı karara bağlanarak dağıldı toplantı.
O gecenin sabahı da yol hazırlıkları başlamış, Hükümdarın bir parça iyileşmesi beklenir hale gelmişti. Hükümdar o gün odasından hiç dışarı çıkmadı, Hekimbaşının verdiği ilaçlarla hastalığını atlatmaya çalıştı; terledi ha bire...
Ertesi gün yola çıkıldı, kafilede Vezir, Başdanışman, Başhekim, iri yarı görevliyle birlikte güvenliği sağlamak üzere kafileye refakat eden birkaç koruma, iki kâtip ve diğer ihtiyaçları karşılayacak görevliler vardı. Tabi genç ulak da kafilenin içindeydi. Toplam yirmi kişiyi bile bulmuyordu yola çıkacak olanlar.
İlk mola HOŞGÖRÜ kasabasında verildi. Kasaba halkı Hükümdarın gelişini büyük bir coşku ve sevinçle karşıladı; kasaba yetkilisi ne yapacağını şaşırdı, eli ayağı bir birine dolaştı. Onu rahatlatan Hükümdar oldu ‘ benim karşımda titreme, görevini layıkıyla yapamamaktan kork’ dedi kulağına eğilerek. Bu sözler bile rahatlamadı kasaba yetkilisini.
Bazen aynı anda birbirinden habersiz öyle şeyler yaşanır ki, bu yaşananların birbirinden habersiz olması, birbirini etkilemesine mani değildir.
İki köpeğine rağmen sürüsüne saldıran kurtlardan yaralı olarak kurtardığı koyunu kesen yaşalı çoban, ‘Ak kuzum’ adını verdiği koyunun can verişini yaşlı gözlerle seyre koyulmuştu. Çırpınışı ayrı bir dert, titreyişi ayrı bir sızı, akan kanı ayrı bir elemdi onun için. Şükür köpekleri yaralı değildi, soluk soluğa yanında duruyorlardı. Yaşını doldurmamış bir kuzuyu kapmıştı kurtlardan birisi, bunun dışında sürüde başkaca bir kayıp yoktu. İki yanında soluyan iki köpeği okşamaya başladı.
“ Üzülmeyin, siz görevinizi layıkıyla yaptınız. Bende bu yaşıma rağmen üstüme düşeni yerine getirmeye çalıştım. Bugün bizim için çok önemli, kayıp verdik ama kayıp olmadık. Kaptırdığımız koyun kurdun kısmetiydi, boğduğunuz iki kurdun da eceli gelmişti. Bakın şu kestiğimiz koyun da bizim nasibimiz, kestik ağız tadıyla yiyeceğiz. Hadi görevinizin başına, bende nasibimizi yüzeyim.”
Köpekler söyleneni anlamış gibi kuyruk sallaya, sallaya ürkmüş, korkmuş ve birbirine sokulmuş sürünün yanına yöneldi; yaşlı çoban onları sevgiyle süzdü, gururla baktı arkalarından.
Kurdun yaraladığı, yaşlı çobanın bıçağı zor yetiştirip kestiği koyunun çırpınışı bitip, titreyişi kesilip, son damla kanı toprağa düştükten sonra yaşlı çoban biraz daha soğumasını bekledi ve yüzmeye koyuldu. Eli oldukça mahirdi, hemen yüzdü, deriyi götürüp kulübenin çatısına serdi. Yüzülmüş koyunu kucaklayıp avlu kenarındaki kuru erik dalına astı, sakatatlarını dikkatlice çıkardı, işe yaramayan kısımlarını önceden kazdığı derin çukura gömdü ve üzerlerini taşla kapattı.
Yüzülmüş, sakatatları alınmış karkas hale gelmiş koyunu daldan indirip, kulübenin kapısı önündeki tahta masaya koydu. Niyeti eti kemiğinden ayırmak, doğramak ve kavurma yaparak saklamaktı. Hep hazır tuttuğu taşlık alandaki ocağı tutuşturdu. Bıçağı yeniden biledi, kısa zamanda eti kemiğinden sıyırdı, daha sonra küçük parçalar haline getirdi.
Güz mevsimi olmasına rağmen hava hayli sıcaktı, güneş de tam tepesinde; ter içinde kalmıştı bu işleri yaparken. Yorgun adımlarla kulübeden isli koca tencereyi alıp getirdi; küçük parçalara ayırdığı etin büyük kısmını boşaltı içine, ateşe koydu daha sonra. Kısa zamanda yağlı et kavrulmaya başladı harlı ateşte, dağ başını mis gibi et kokusu sardı. İlk parti kavrulduktan sonra ikici partiyi de çarçabuk halletti. Az bir kısmı kalmıştı geriye, günlük ihtiyaçları için ayırdığı bu kısım eti ateşe koydu en son. Çok yorulmuştu, kavrulmaya başlayan etin başına oturdu ve vadiyi seyre koyuldu. Vadi içinde büklüm, büklüm uzayıp giden yolda hayli büyük bir toz bulutu gördü ve irkildi. İki gün önce yanına uğrayan ve ŞEHRİHUZUR’ a haber götüren ulak olamazdı bu gelen. Tek kişi bu kadar toz kaldıramazdı; kalabalık bir grup olmalıydı gelen.
İsli tencerede et kavrulurken, yoldaki toz bulutu geçen zaman içinde hayli yaklaşmıştı; içindeki insan siluetleri seçiliyordu artık. Yaşlı çoban kendi, kendine mırıldanmaya başladı: ‘Gelen nasibiyle gelir, kısmetini de önünde bulur. Ah benim Ak kuzum gelenlerin kısmeti sen oldun, bakalım hangi nasiple geliyor gelenler.’ Gelenlerden gözünü ayıramıyordu yaşlı çoban… Bulunduğu yamaca yol kıvrılarak tırmanıyordu, ulağı bu yokuşta fark etti. En önde o vardı, içi ılıdı birden.
Ulak yokuşu çıktıktan sonra atını mahmuzladı bir an önce yaşlı çobanın elini öpmek istiyordu; bir yandan da el sallıyordu geldim dercesine. Atını yine avlunun kenarındaki kuru erik dalına bağlayarak yaşlı çobanın eline koştu; muhabbetle öptü ve anlına koydu eklem yerleri kirli, nasırlı ve çatlak eli.
“ Hoş geldin oğul… Tek gittin, çok geliyorsun, hayırdır…”
“ Hayır dedem hayır… “ dedi ulak, iyice yaklaşan kafileyi göstererek “ Hükümdar geliyor dedem, nasıl hayır olmasın.”
Sanıyordu ki, yaşlı çoban fırlayıp ayağa kalkacak ve gelen kafileyi karşılayacak; yaşlı çoban hiç bozmadı istifini.
“ Hükümdar geldikçe, gezdikçe, gördükçe, halkın içine girdikçe Hükümdardır; gelecek elbet… Gelmeyen Hükümdardan bana ne, gelen Hükümdar da buyursun gelsin… Gelen nasibiyle gelir, kısmetini yer gider. Bak ben kavurma yapıyorum; daha ne olsun…”
Kafile de gelmişti o sırada, iri yarı görevli Hükümdarın atını bağladıktan sonra inmesine elinden tutarak yardım etti. Yaşlı çoban tencereyi daha bir kuvvetlice karıştırdıktan sonra ağır, ağır doğruldu oturduğu yerden. Ayağı yere basan Hükümdarın yanına giderek saygıyla eğildi.
“ Hoş geldiniz, bir Hükümdarı ağırlamak tek dileğimdi, şükür bu dileğim yerine geldi. Hele buyurun…” Avluda ki masayı gösterdi.
Hükümdar yorgundu, güneş altında yapılan yolculuktan bitkin düşmüştü. Hele bu yolculuk at üzerinde olursa beli, dalı tutmaz olurdu insanın. Gerindi şöyle bir, uyuşmuş bacaklarını açmaya çalıştı.
“ Hoş bulduk… Bilgeliğini nasihatleriyle yollayan yaşlı çoban hoş bulduk. Önce seni görmeyi arzuladım, sonra GÜLERYÜZ köyüne gitmek istiyorum.” Yaşlı çobanın gösterdiği tahta masanın kenarına konulmuş tahta sekiye oturduktan sonra: “ Oh… mis gibi et kokusu, ocakta ki kavurma mı yoksa.” Diye sordu.
Yaşlı çoban o gün yaşadıklarını anlattı, bir besili kuzusunu kurtlara kaptırdığını, bir koyununu da yaralı olarak kurtardığını, bıçağı zor yetiştirdiğini sayıp döktü. Kavurmanın bu koyuna ait olduğunu ve ikram etmek istediğini söyledi. Üzülmüştü Hükümdar, teselli etmeye kalktı yaşlı çobanı.
“ Koyun güden kurdu görür…” diye teselliye karşılık verince vezir kendini tutamadı ve bu yaşlı çobana ders vermek istedi.
“ Ulak tembih ettiğin sözleri bize bir, bir anlattı; seni çok akıllı ve tecrübeli bulduk. Fakat şu son ettiğin sözler bende hayal kırıklığına sebep oldu.”
Yaşlı çoban hiçbir şey demeden kulübeye girdi, temiz bakır kaplar ve tahta kaşıklarla geri döndü. Kıvamına gelen kavurmadan bu kaplara doldurdu ve önce Hükümdara sundu, sonra vezire ve diğerlerine dağıttı. Ne kaplar yeterliydi ne de tahta kaşıklar. Veremediklerine beklemelerini işaret etti. Kavurmasını kaşıklayan vezirin karşına geçti ve saygı dolu bir sesle şöyle dedi.
“ Akıllı çoban kurda koyun kaptırmayan değil, sürüsünü kurda kırdırmayandır.”
( Devam edecek…)