banner94

HÜKÜMDAR VE EŞKIYA ( 3. Bölüm)

“ Niyet, yüzde şekil, gözde bakış, dilde söz ve elde hareket olunca okunur…”

HÜKÜMDAR VE EŞKIYA ( 3. Bölüm)

“ Niyet, yüzde şekil, gözde bakış, dilde söz ve elde hareket olunca okunur…”

uğur demirbaş
uğur demirbaş
12 Kasım 2016 Cumartesi 11:05
703 Okunma
  HÜKÜMDAR  VE  EŞKIYA ( 3. Bölüm)

 

                                         HÜKÜMDAR  VE  EŞKIYA…

                                                   ( 3. Bölüm)

 

“ Niyet, yüzde şekil, gözde bakış, dilde söz ve elde hareket olunca okunur…”

 

Köy yetkilisi Nimet Hala’nın yanından ayrılır ayrılmaz onun yaptığı tavsiyeleri hemen hayat geçirmişti; birileri de bu yaşananları sıcağı sıcağına yetiştirmişti Nimet Hala’ya. Durumdan Hükümdarı haberdar etmek üzere bir ulağın yola çıktığını, Seyis Ali’nin yaralı yabancının heybesini el yordamıyla yokladığını, heybenin gözlerinde torbaların ve birde hançerin olduğunu, Seyis Ali’nin torbaları hafifçe salladığını, torbalardan çıkan sesi altın olarak tahmin ettiğini ballandıra, ballandıra anlatmışlar, saymış dökmüşlerdi tek, tek...

Duydukları kendi tavsiyesi üzerine yapılmış şeylerdi; ortaya çıkanlara bakılırsa kuşkuları yersiz ve gereksiz değilmiş… Bu yüzden kendisini bir süre mutlu hisseder Nimet Hala… Doğru karar verdiğini düşünür, haklı olduğundan da emindir; uyanık olmak tedbirli olmaktır, bu kanaat su serper, serinlik verir yüreğine.

Ne ki, aradan çok fazla zaman geçmez, apansız bir kurt düşer içine, zihninde bazı şüpheler uyanır: Karar vermekte biraz acele etmemişler miydi?

Keşke köylerine gelen şu yaralı ve yabancı adamla oturup konuşsalardı… Kimdi, kimin nesiydi, nereden ve nasıl gelmişti GÜLERYÜZ köyüne? Onca yüce dağı, geçit vermeyen onca sarp yamacı, gün ışığının zor girdiği onca ormanı aşarak nasıl ulaşmıştı buraya; onu bu hale kim getirmişti… Bu soruların cevabın muhatabından almadan, suyumuz dalgalandı diyerek köy yetkilisine tavsiyelerde bulunmak, ondaki kuşku ve kaygıları körüklemekte ne oluyordu; bunca yıllık tecrübeye yakışır mıydı bu yaptığı.

Hani GÜLERYÜZ köyünün en yaşlısı, en akılısıydı ya; herkese yaşının olgunluğu, aklının dolgunluğu ölçüsünde yardım ederdi ya; ne oldu o yaşa ve o akla… Bir yaralının gelişi alıp götürmüş müydü, duman gibi savurmuş muydu gökyüzüne.

Acele etmişlerdi, kaygı ve korku acele etmelerine sebep olmuştu… Acele etmek en büyük yanlıştır diyen kendisiydi değil miydi? Ama acele etmişti, hem de acele edilmesine de sebep olmuştu. Acele eden insan ecele gitmez miydi?

“ Hey gidi koca Nimet hey… Yaşlandıkça aklın yaş almıyor yavaşlıyor; akıl yavaşladıkça insan acele etmeye başlıyor demek ki… Yaş alan her yaşta akıllanır, tecrübe kazanır… Sen acele ettin, telaşa düştün ve birden karar verdin… Peygamber Efendimiz demiyor mu hey koca Nimet: Ameller niyetlere göre… Peki, sen bu yaralı adamı görmeden, konuşmadan niyetini nasıl okudun da Hükümdara ulak çıkarın dedin; heybesini yoklayın tavsiyesinde bulundun… Seyis Ali heybesini bir karıştırsın ne demek, nasıl bir akıl vermektir bu böyle…

 Bizim örf ve âdetimiz yok mu, bizim için misafir nimet, misafirin eşyası emanet değil mi? Emanet candan kıymetlidir, can verilir emanet korunur diyen sen değil misin? Senin anlattığın masallarda götürdüğü fermanın kendi ölüm fermanı olduğunu bildiği halde, o fermanı cellâdına teslim eden ulak yok mu? O ulağa övgü yok mu, o ulaktaki teslimiyet ve sadakati örnek göstermek yok mu? Var…  Hey gidi rahmetli babam hey; unuttum sözlerini… ‘Niyet, yüzde şekil, gözde bakış, dilde söz, elde hareket olursa okunur’ derdin. Babam nasılda unuttum sözlerini, yalnız sözlerini mi unuttum babam seni de unuttum… Yazıklar olsun bana.”

Bu düşünceler içinde arşınlayıp durdu odayı bir baştan diğer başa. Dermansız bacakları dayanamadı bu gidiş gelişe, sonunda durdu, hırsla yutkundu, alnında birikmiş terleri sildi elinin tersiyle.

“ Senin yaptıklarını başkası yapsaydı: ‘ Yıkıl karşımdan…’ diye haykırır kovardın değil mi? Şimdi kendine ne diyeceksin; al kendini karşına, ne diyeceksen de bakalım. Nasıl yıkılıp gideceksin, nasıl kovacaksın kendini… Bir halt ettin ki, altından kalkılmaz… Nasıl düzelteceksen düzelt bakalım…”

Söylendikçe söylendi, azarladıkça azarladı kendisini, öfkelendikçe öfkelendi.

Ani bir hareketle evin hayatına çıktı, geçen birilerini görmekti niyeti; alev, alev yanan pişmanlığı da peşinde geldi. Gün yükselmiş, hava oldukça ısınmıştı o saatlerde. Sinirden tutulan kollarını açmak için gerindi, temiz havayı ciğerlerine çekti ve ağrımaya başlayan alnını ovdu bir müddet.

Kocası öleli yıllar olmuştu; yalnız yaşamaya alışmış olmasına rağmen içinde dertleşeceği bir can ortağı özlemi de depreşmiyor değildi… Şöyle başını omzuna dayayıp, tütün kokan nefesini yüzünde hissedeceği biri. Hemen silkindi, neler düşünüyordu durup dururken.

Köy meydanına bakıyordu evin geniş hayatı, eli belinde birilerine seslenmek için bir müddet dalaştı, kuyruğunu yakalamaya çalışan kedi gibi döndü durdu kendi etrafında. O sıra Şifacı gözüne çarptı, yaralıya bakmak için misafirhaneye gitmekteydi herhalde:

“ Şifacı…” diye bağırdı tekrar, tekrar… Dönüp bakınca: “ Köy yetkilisi bir ara uğrasın, diyeceklerim var…” tembihinde bulundu sertçe.

“ Olur…” dedi Şifacı, saygıyla selamladı ve uzaklaştı misafirhane yönünde…  

Yaralı adamda o sıra ayağa kalkmış, odada ağır aksak yürümeye çalışıyordu. Kımıldadıkça yarası sızlıyor, bacakları dermansızlıktan bedenini taşımakta güçlük çekiyordu; çok fazla kan kaybettiğinden olacak...

Misafirhaneye bakan hizmetkâr mutfak bölümünde öğle yemeği hazırlıyor, bir yandan da türkü söylemeye çalışıyordu: “ Sofranda tuz olaydım… Pabucunda toz olaydım… Ne güzelde konuşursun… Ağzında söz olaydım… ”

Adam türküyü gülümseyerek dinledi, hoşuna gitmişti; her ne kadar hizmetkârın sesi berbat olsa da. Mutfağın kapısı yarı aralıktı, usulca hizmetkârın yanına geçti; ocak başına çökmüş, önündeki tencereyi karıştırıyordu. Hizmetkâr onun geldiğini fark etmemiş olacak ki türküsüne devam etti: “ Gün oldu devran döndü… Umudum birden söndü… Ben hayaller kurar iken… Kader ağlarını ördü…”

“ Kolay gelsin…” dedi halsiz ama kalın ve buyurgan ses tonuyla. Birden sıçradı hizmetkâr, elindeki kaşığı düşürdü ocak başına. Gözleri çanağından çıkmıştı; nasıl dalgınlıksa bu böyle. Demek ki söylediği türkünün nağmeleri arasında kaybolup gitmişti.

“ Bir sevdiğin var herhalde…” dedi adam gülümsemesini dudaklarını biraz daha yayarak. “ Baksana sen hayaller kurar iken, kader ağlarını kötü örmüş…”

Hizmetkâr kolay sıyrıldı düştüğü şaşkınlıktan, kaybolup gittiği dalgınlıktan geri döndü; güleç yüzlü, safça bir genç… Yaşı otuza yaklaşmıştı ama hala bekârdı; dul anasıyla birlikte yaşıyordu. Bir sevdiği vardı ama sevdiğini alıp gitmişti bir başkası, hem de çok uzaklara.

“ Ben yaktım bu türküyü… Güzel olmuş mu? “ diye sordu biraz utangaç ve biraz da merakla.

“ Türkü güzel ama sesin…” dedi adam, onu kırmaktan çekinmiş olmalı ki, durdu. Anladı hizmetkâr ne demek istediğini.

“ Anamda sesimi beğenmez, gevrek ama ayarsız der…”

“ Anan haklı, sen türkü yak ama başkası söylesin…”

“ Köyde türkü söyleyen yok ki; kızlar söyler ama onlar da benimle konuşmaz…”

“ Niye… Bekârsın diye mi?”

“ Hem öyle, hem de âşıklığımdan.”

“ Âşık olunca ne oluyormuş…”

“ Ya kendilerine de türkü yakarsam, dile düşerler diye korkuyorlarmış… Anam söyledi.”

“ Allah… Allah…” dedi adam ve öksürmeye başladı kesik, kesik. Hizmetkâr hemen koluna girdi.

“ Hele yatağına bir gir, sana ayakta durmak yaramaz… Bende şu çorbayı pişireyim, kavurma da yapacağım yeriz birlikte…”

Adam öksürüğü geçince:

“ Yemekten sonra heybemi yanıma getirirsin değil mi? Bu zahmete gir…” diye söylendi, bu kez sesi buyurgan değil ricacı çıkmıştı.

“ Hele sen bir uzan, birden ayaklanma… o işler kolay…” dedi adam yatağına uzanırken. Tam o anda Şifacı girdi odaya.

“ Ne oluyor, hemen ayağa kalkmakta neyin nesi… Yara açılırsa kapanması zor olur…” diye azarladı önce hizmetkârı, sonra adamı. Sinirlenmişti birden, Nimet Hala’nın tembihi aklına düşünce gevşedi birazcık.

“ Köy yetkilisini gördün mü? Geldi mi buraya…”  hafif çıkışır gibi söylemişti bunları. Hizmetkâr korkuyla baktı Şifacının yüzüne.

 

“ Sabahtan iki dakika uğradı, herhalde bahçeye indi…”

“ Haber ver Nimet Hala’ya bir uğrasın, unutma mutlaka uğrasın.”

“ Çorba ocakta, kavurmayı da yapar gider bakarım. Söylerim dediklerini…”

“ Geciktirme… Bende şu yaraya bir daha bakayım, hele uzan şöyle…” dedi adamın üzerine eğilirken.

Adam uzanıp omzunu açtı, hizmetkâr da mutfak kısmına geçti usulca.

GÜLERYÜZ Köyünde bunlar yaşanırken GÖNLÜBOL kasabasını ardında bırakarak HOŞGÖRÜ kasabasına doğru yola çıkan ulak, yaşlı adamın bahçesinden toplayıp getirdiği biber ve domateslerle karnını doyurmuş, adamın bilge sözlerini aklında tutmaya çalışarak atına atlayıp tekrar yola koyulmuştu.

Karanlık çökmeden HOŞGÖRÜ kasabasına ulaşırsa bir günlük yolu kalıyordu ŞEHRİHUZUR’ a varmaya. Köy yetkilisi ile iki kere gelmişti payitahta; Hükümdar bu kelimeden pek hoşlanmıyordu ama ulağın nedense hoşuna gidiyordu payitaht demek. Gerçi ŞEHRİHUZUR’ da güzel ve anlamlıydı ama yolculuk nereye diye soran olursa:

“ Payitahta gidiyorum…” diyordu böbürlenerek. Yemek yediği yaşlı adama da böyle demişti; adamda ona:

“ Çoğu kişi unuttu payitaht demeyi, diline sağlık; bahtına sahip çıkanların payitahtı olur oğul… İyi ki unutmamışsın, soranlara hep böyle söyle olur mu?” demiş ve sırtını sıvazlamıştı.

Yol bir taşlığa düşmüş, atın nalları taşlıkta tıkırdarken yaşlı adamın sözlerini bir daha zihninden geçirdi ulak: ‘ Bahtına sahip çıkanların payitahtı olur…’ Vay be ne demekti bu böyle; zihnini zorladı, payitaht kelimesiyle, baht kelimesini yan yana koymaya, aralarındaki bağlantı kurmaya çalıştı ama yapamadı. Sonra:

‘Eşkıyalık huy değil, alışkanlıktır; huy belki değişir, eşkıyalık asla…’ demişti yaşlı adam. Eşkıyayı masallardan biliyordu, babaannesinin her anlattığı masalda mutlaka bir eşkıya olurdu. Ya hükümdarın adamları tutar yakalar, idam ederdi; ya eşkıya yaptıklarından pişman olur tövbe eder, evliya olurdu. Ama adam böyle dememişti eşkıya için; huy değişir belki, eşkıyalık asla demişti.

Keşke zamanı olsaydı da oturup bu sözlerin ne anlama geldiğini sorsaydı yaşlı adama. Hayıflandı ama yol uzun, haber beklemeye gelmezdi.

Taşlıkta ilerlerken at tökezledi; ulak hem indi attan ve yedeğine aldı. Ulak önde, at ardında taşlığı geçtiler; sulak dümdüz bir ova çıktı karşılarına. Biliyordu buraları, biraz ilerde bir çoban kulübesi olacaktı, çalı kümelerinin arasına sıkışmış.

İlk başta göremedi kulübeyi, sonra fark etti; eh kaç yıl geçmişti aradan, çalılar daha bir büyümüş ama kulübe hep aynı kalmış ve kaybolup gitmişti. Tekrar bindi atına ve sürdü dörtnala…(Devam edecek…)

 

Son Güncelleme: 12.11.2016 11:06
Yorumlar
Avatar
Adınız
Yorum Gönder
Kalan Karakter:
Yorumunuz onaylanmak üzere yöneticiye iletilmiştir.×
Dikkat! Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, müstehcen, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.
banner89

banner83

banner26