HÜKÜMDAR VE EŞKIYA…
(2. Bölüm)
“Eşkıyalık huy değil, alışkanlıktır; huy belki değişir, eşkıyalık asla …”
Nimet Hala GÜLERYÜZ köyünün en yaşlısı, en akıllısı ve en dirayetlisidir; her ne kadar köyde Hükümdar tarafından görevlendirilmiş bir yetkilisi varsa da; onun başı dara girdiğinde geleceği tek adres, çözüm aradığı tek akıl, çare bulduğu tek tecrübe yine Nimet Haladır…
Duymuştur köye yaralı ve yarı baygın bir yabancının geldiğini Nimet Hala; geleni görmekten ziyade, nereli ve kim olduğunu, nereden ve nasıl bu hale geldiğini merak etmekte; GÜNGÖRENLER ülkesinin GÜLERYÜZ köyüne hangi yolu takip ederek, hangi sebep ve hangi niyetle geldiğini de bilmek istemektedir. Dirseğini pencere pervazına dayamış bunları düşünürken kapısı çalınır; gelen köy yetkilisi… İçeri girişiyle birlikte söze girişi bir olur:
“ Hep söyler dururdun Nimet Hala; ‘Dertsiz baş, tüysüz kuş olmaz’ diye… Kuşlarımız tüylüydü ama başımız bugüne kadar dertli değildi… Duymuşsundur, bir dert çıkıp geldi başımızda; kim bilir belki de bir bela… Köyümüzde yaşını tecrübeyle taçlandıran tek sensin; sorunları hep sorularınla aralarsın, çözümleri çözerek bulursun, çareleri sabırla üretir hikmetli sözlerle açıklarsın. Sana geldim, önce anlatıyım olup biteni, sonra söz senin olsun…”
Üç beş gündür yaşadıklarını, olup biteni tek, tek anlatır köy yetkilisi; Nimet Hala çoğunu duymuştur, gelen giden anlatmışlardır kendisine ama yine de sakince dinler; köy yetkilisi devamla:
“ Yaralı kendisini toparladı, ayaklandı birazcık ama içim rahat değil Nimet Hala…” diye sözlerine noktalı virgül koyar. Neden için rahat değil demesini bekler ama Nimet Hala kımıltısızdır, susmayı tercih eder.
“ Garip bir adam, bakışları karanlık, yüzü asık, kaşları her daim çatık… Sözleri kırıcı, tavırları kıyıcı… Bizim unuttuğumuz ve hatırlamak istemediğimiz günleri ve hadiseleri taşıyor üzerinde; masallarımızda kalan kötülüğün, çirkinliğin ve çirkefliğin izlerini görüyorum bu yabancıda.”
Diye devam eder köy yetkilisi; gergin, oldukça tedirgin ve karamsardır.
Nimet Hala bekler bir müddet, sonra dalgın söylenir.
“ Ne vardı üzerinde…”
“ Üzerinde bir şey yoktu; at üzerinde geldi. Atı eyerliydi, eyerin üzerinde de bir heybe asılıydı… Eyerde, heybede ahırda…”
“ Heybeye bakmadınız değil mi?” Örf ve adetlerine göre bakılmazdı, biliyordu bunu Nimet Hala ama yine de öylesine sormuştu.
“ Hayır, bakan olmadı; Seyis Ali’ye emanet… O da korur emaneti…”
“ Bazen su dalgalanır oğul… Bu adam durgun suyumuzu dalgalandırdı; huzur uykumuz olmuştu, mutluluk düşümüz… Uykumuzdan uyandık, düşümüz yarım kaldı. Korkarım bundan sonra hiçbir şey eskisi gibi olmayacak; uykumuzla birlikte rahatımızda kaçacak; artık uyanık ve diri olmalıyız… Böyle davranırsak hayra çıkar bu yabancının gelişi, aksi takdirde şer olur başımızdan aşağı dökülür…” mırıldanır gibi çıkmıştır Nimet Hala’nın sesi, uzaklardan gelen bir yankıdır sanki.
Köy yetkilisi anlamıştır Nimet Hala’nın ne demek istediğini; o güne kadar yaralı bir misafir ağırlamamıştı GÜLERYÜZ Köyü. Yabancının yarası çıban değildir, yara düşme sonucu açılmış da değildir, kılıç veya mızrak yarasıdır, öldürmek amaçlı açılmıştır.
“ Haklısın Nimet Hala ama yapılacak bir şey yok gelen geldi, olan oldu… Şunu da söyleyeyim ve görüşünü alayım; bu adam baygı yatarken hep sayıkladı: Öldürün, sağ koymayın diye mırıldandı durdu…”
Nimet Halanın yüzü daha bir gölgelenir, gözlerinde kara bulutlar dolaşır ve yutkunur ardı ardına.
“ Hükümdara haber uçurun; bu hal hayra yorumlanamaz, kimse de yorumlamaya kalkmasın… Seyis Ali heybeyi bir yoklasın, nesi var, nesi yok bir baksın… Bize yakışmaz biliyorum ama tedbir, uyanık yatmaktır. Uykuda sağ kalmaktan, uyanık ölmesi yeğdir.”
Köy yetkilisi alelacele kalkar; hürmetle öper Nimet Hala’nın ellerinden. Dış kapıyı çıkmadan önce bir kez daha mırıldanır Nimet Hala’nın son sözlerini:
“ Uykuda sağ kalmaktan, uyanık ölmesi yeğdir…” İyi ki vardır Nimet Hala…
Hükümdara haber uçurulur ertesi gün… Seyis Ali aldığı tembih üzerine yaralı adamın heybesini dışından şöyle bir yoklar, hafifçe kaldırır ve ağırlığına bakar. Heyecanla Köy yetkilisini bulur ve şunları söyler:
“ Geldiği gün fark etmemiştim ama heybe oldukça ağır, dışından yokladım sanıyorum bir gözünde birkaç torba ile bıçaktan büyük bir hançer var. Diğer gözünde ise yine torbalar var; hafifçe salladım, torbalardaki altın olabilir…”
Köy yetkilisinin kaygısı korkuya dönüşür bu sözleri işitince. Yüreği ağzına gelir, telaşı bacaklarına dolaşır.
Düşünmeye başlar acı, acı; korku yüreğe düşerse akıl acı, acı düşünür; GÜLERYÜZ köyü ile Hükümdarın yaşadığı ŞEHRİHUZUR arası üç günlük yol, git dön bir hafta… Birde, giden ulak Hükümdara ulaşamazsa, hadi ulaştı tehlikeyi doğru dürüst anlatamazsa, hadi anlattı Hükümdar anlatılana inanmaz ve umursamazsa, hadi umursadı ve devlet yetkililerine emir verdi, yola çıkmaları uzarsa, hadi çıktılar gelmeleri gecikirse ne olacak…
Aklından bir sürü ihtimal geçer bir anda, her ihtimal kaygı ve korkusunu sadece artırmaya yarar. Bu iş bir anda ortaya çıkmıştır ama nasıl devam edecek ve nasıl sonlanacağı belirsiz ve karanlık görünmektedir. Düşün, düşün çıkar yol yok… Vay haline ki, vay…
İlk aklına gelen ve en kestirme fikir, birkaç gün daha bekleyip, yabancı bir parça kendisine gelince atına bindirip göndermektir geldiği yere: Sahi nereden gelmiştir? Nereden geldiyse oraya…
İkinci aklına gelense, başta Nimet Hala köyün ileri gelenlerini toplayıp yaralı adamla oturup bir güzel konuşmak… GÜNGÖRENLER ülkesinin devlet düzenini, GÜLERYÜZ köyündeki huzur ve güveni, barış ve dostluğu anlatmak… Bu düzeni kurmak için geçen yılları ve verilen emeği hatırlatmak, korumak için her şeylerini feda edeceklerini söylemek ve bu konuda uyarmak ve ikaz etmek…
Bir başka ihtimal devlet yetkililerini beklemek ve bu yaralı adamı onlara teslim etmek; ne yaparlar, nereye götürürler bu da onların meselesi…
Bir ihtimal daha kalıyordu geriye, böyle bir şeyi aklından geçirdiği içinde utanır, kıpkırmızı kesilir köy yetkilisi; adamı gizlice öldürmek ve bilinmez bir yere gömmek…
Nereden gelir böyle şeyler aklına, niçin düşünür böyle şeyleri kendisi de şaşırıp kalmaktadır daha sonraları; tüh der dizlerini döver…
Yaraya düşmüş kurt gibi kımıldayıp duran bu endişelerinin sebebini de kestiremez, dipsiz kuyu gibi kendisini içine çeken, nefes almasını zorlaştıran bu vesvese batağına neden saplanıp kaldığına da akıl erdiremez…
Şaşırmıştı, bilmiyordu ne yapacağını, kararsız, tedirgin ve gergindi sadece…
GÜLERYÜZ köyü bu yabancı adamın gelişiyle birlikte merak ve şüphe yumağı haline gelmiş; hele Seyis Ali’nin yabancının heybesini yoklaması ve birkaç kişiye heybede olanlar hakkında bir şeyler fısıldaması var ya; demirci körüğü gibi bu merakı körüklemiş, bu körüğün harladığı ateş gibi var olan şüpheyi kızgın ve yakıcı hale getirivermişti. Büyük küçük, yaşlı genç, akıllı deli, kadın erkek, çoluk çocuk herkes bu merak ve şüphenin rüzgârında savrulur, ateşinde kavrulur olmuştu.
Köyde bunlar yaşanırken ulak yalın yapıldak ŞEHRİHUZUR’ un yolunda yerine göre at sürmekte, yerine göre at yedeğinde yürümekte, yerine göre bir gölgede atı dinlendirmekte ve kendiside hafiften kestirmektedir. Günün ilk ışıklarıyla çıktığı yol engellerle doludur; bazen geçilecek coşkun bir dere çıkmaktadır karşısına, bazen durgun akan bir nehir. Bazen bir taşlık dikilmektedir karşısına, bazen vahşi hayvanların uluduğu bir orman…
İlk günün durağı GÖNLÜBOL kasabasıdır; gün kavuşurken yorgun argın ulaşır.
Hükümdar her köye, her kasabaya bir misafirhane yaptırmıştır; bilir bunu ulak… Yatacak yatak, yiyecek yemek konusunda bir telaşı yoktur bu yüzden. Atını ahıra çekecek bir seyis vardır nasıl olsa; önüne yemeğini koyacakta bir hizmetkâr. Misafirhaneler hep meydanlıkta olur; kasabanın meydanlığına ilerlerken, önce esnaflar, sonra etrafta bulunanlar görür ulağı. Gayet dostça ve saygıyla toplanırlar etrafında; seyis atın terini kurutmak için önce dolaştırır, sonra beylik çeşmenin oluğunda sular ve çeker ahıra. Misafirhaneye bakan hizmetkâr tutar elinden götürür içeri; ardından kasaba yetkilisi ve halk gelir.
Başköşe hep misafirindir, geçer oturur ulak; hoş geldin faslından sonra konuşurlar oradan buradan… Söz döner dolaşır nereye gittiğine gelir; ulak GÜLERYÜZ köyüne gelen yabancı adamdan bahseder; adamın at üzerinde ve yaralı olarak geldiğini ve köy halkının bu adamdan ürktüğünü; bu yüzden de Hükümdara bilgi vermek için ŞEHRİHUZUR’ a gitmek için yola çıktığını anlatır.
Durgun suya atılan küçücük bir taştır ulağın bu anlattıkları; o gün yemeğini yer, yatar rahatça uyur. Oysa hemen o akşam GÖNLÜBOL kasabasının durgun suyuna attığı taşın dalgası her geçen saat büyümekte, merak ve şüphe kıyılarında köpürmektedir.
Sabahın ilk ışıklarıyla yola çıkar ulak; niyeti akşama HOŞGÖRÜ kasabasına ulaşmak ve ŞEHRİHUZUR’ a bir adım daha yaklaşmaktır. Mevsim yazın sonu, güzün başı olması hasebiyle öğleye doğru sıcaklık artmakta ve yakıcı hale gelmektedir; güneş gölgesini ayak dibine düşürdüğünde, çeker atını bir koruluğun kıyısına, kendisi de bir çınar gölgesi bulur ve uykuya dalar. Koruluğun az ötesinde bağlar, bahçeler vardır; bağlar bahçeler sahipsiz olur mu, olmaz elbet… Yaşlı bir köylü, çeşit, çeşit sebzelerin arasında dolaşmakta, elindeki sepete olgunlaşmış biber, patlıcan ve domateslerden koymaktadır o sıra. Önce atın kişnemesini duyar köylü, sonra kendisini görür; bahçenin kıyısına kadar gelince de uyumakta olan ulağı seçer gölgede.
Yaşlı köylü rahatsız etmekten çekinir ama kimdir bu yabancı diye de merak eder, usulca yanaşır… Bakar ki yabancı değildir uyuyan, giyimi kuşamı, atının koşumları hep bildik ve kendilerinden. Dokunur hafifçe omzuna, sarsar şöyle bir:
“ Oğul…” diye seslenir… “ Oğul… Yolcusun her hal, yolcu yolda uyumaz, uyuyanda yol alamaz… Hele kendine gel, toparlan…”
Ulak gözlerini ovuşturarak uyanır; karşısında nur yüzlü, aksakallı bir ihtiyar… Korkusu huzura bırakır yerini ve gülümser:
“ Uyumuş kalmışım dedem, iyi ki uyardın…”
Konuşurlar, yaşlı adam sepetindeki domateslerden ikram eder, biberleri sunar ulağa. Ulak çıkınından ekmeğin, tuzunu çıkarır, heybesinden su kırbasını alıp getirir koyar ortaya; karınlarını doyururlar.
Yaşlı adam köyünü anlatır kestirmeden… Ulak gittiği yolu ve gidiş sebebini… Yaşlı adam onun anlattıklarını başını kaşıyarak, aksakalını sıvazlayarak dinler ve şöyle girer lafa:
“ Oğul… Köyünüze gelen misafir eşkıyadır; GÜNGÖRENLER ülkesinin mazisinde kalan ve unuttuğu soyguncudur, hayduttur…” Anlatır o maziden hatırında kalanları, sayar döker ve derki: “ Eşkıyalık huy değil, alışkanlıktır; huy belki değişir, eşkıyalık asla…” ( Devam edecek…)