“ Güzel kızım… Bazen ölmek yaşamaktan kolaydır; gel sen zor olanı seç…”
Ah şu geçmiş var ya… Gölgesi gibidir insanın; bazen önüne düşer, bazen de ardına. Gün olmuş bakmışsın kaybolmuştur ayaklarının altında ama bir türlü bırakmaz insanın peşini.
İyiden iyiye dalgınlaşmıştı SIRTUTAN; ateşin başında bir o kalmıştı birde nöbetçi tüysüz oğlan. Nöbetçinin yüz hatları ateşin kızıllığında pek seçilmiyordu, çok genç olmalıydı; belli belirsiz bir gölge gibi duruyordu dudaklarının üzerindeki yeni terlemiş bıyıkları. Hangi bela getirip atmıştı bu çocuk yaştaki insanı bu dağ başına. Hangi musibet bulaşmış ve karartmıştı gözünü; ne yapmıştı kim bilir veya kimden kaçmıştı. Hayat öyle bir girdaptı ki, kapılmaya gör; kolay, kolay bırakmıyordu insanı.
BAŞIBOZUK ilgilenirdi yeni katılanlarla, önce onun sorgusunda geçerdi boynu bükük, eli koynunda gelenler. Sorgu da öyle böyle olmazdı hani, Cehennem zebanisi gibi dikilirdi tepelerine; nereden geliyordu, kimin nesiydi, ne yapmıştı, haklı mıydı, haksız mıydı? Aklına ne gelirse sorardı; cevapları yetersiz bulur veya işine gelmezse tekme tokat girişirdi. ‘ Eşkıya olacak adam doğru konuşmalı, sopaya da dayanmalı…’ der ve gülerdi ağız dolusu. Vicdanını rahatlatan güzel ve süslü bir kılıftı bu yaptığı.
Yeni katılanların çete içindeki görev taksimini ve takiplerini de NEMKAPAN’ a vermişti; onun gözüne giren çete içinde yer bulur, söz sahibi olurdu. Yoksa dışlanır, en ağır, en tehlikeli işlere sürülür, olmadı bir ton sopa yer, kırık çıkık içinde kovulur giderdi birkaç gün içinde.
İçi kaldırmadığı için bu yapılanlara pek dönüp bakmazdı SIRTUTAN, o sırların sahibi, sırrını açanların sabırlı dinleyicisi ve dostuydu sadece. Hükümdar Molla Duran yaşlandıkça düzen bozulmuş, düzen bozulup huzur kaçınca da katılanların sayısı hayli artmıştı. Oldum olası sevmezdi çetele tutmayı, ana kadro dışında kaç kişi oldukların sorsalar bilmezdi. Lakabına uygun sır tutardı SIRTUTAN; hem de hiç koyuvermemek üzere.
Nöbetçi çocuğun saygılı oturuşu dikkatini çekmişti; ‘Hiçte eşkıya tipi yok bu tüysüzde’ diye geçirmişti içinden; kız evine ilk defa gelmiş damat adayı gibi süzülüyordu delikanlı. Hemen yanı başında duran odunlardan birkaç tane daha attı tüysüz oğlan ateşe, yine kıvılcımlar yayıldı GİDENGELMEZ’ in kör karanlığına. Odunlar kuru ve çıralı olmalıydı, birden tutuştu; ateş daha bir harladı, kelebekler gibi uçuştu kıvılcımlar etrafa. Atlar huysuzlanır gibi oldu, kişnedi bir kaçı…
Tekrar döndü SIRTUTAN hatıralarına… Zehra önce yalvarmış yakarmış, sonra yemin kasem etmiş ve zor zahmet ikna etmeyi başarmıştı CİNSALİ’ yi köye dönmeye. Birlikte kaçmadık diyecekti Zehra; CİNSALİ içinde SIRIK MEMET’ in aklına uydu, oyununa geldi diyerek Kur’ an-ı Kerim’e el basacak yemin billah edecekti. İkisi birden ‘Söz bir, Allah bir’ diyerek çıkmışlardı sığındıkları mağaradan.
Yine ayaklarına dolaşan diz boyu otlara takılarak, dikenlere, çalılara dolaşarak dik yamacın başına geldiklerinde gün yükselmişti. DELİÇAY yine bulanık akmaktaydı, güneşin ışıklarında parlamakta ve kıvrılarak akmaktaydı vadi boyunca. Durup biraz soluklandılar. Zehra hiç konuşmadıklarını, CİNSALİ’ nin tereddütler içinde olduğunu, dudaklarını ısırıp durduğunu fark etti. Köye dönmekten vazgeçecek diye ödü koptu bir an. ‘Korkma, güven bana… Anam bana inanır, güvenir. Babamın, ağabeyimin de önüne geçer; hiçbir şey olmaz’ diyecekti sesi çıkmadı. Sanki gizli bir el kapatmıştı ağzını, sustu kaldı.
Yokuş aşağı inmek çıkmaktan zordu; gerçi Zehra SIRIK MEMET’ in sırtında çıkmıştı ama inerken keskin taşların ayağına basması, sivri taşların bacaklarını yaralaması can yakıyordu. Zehra çıkarken kendisini sırtında taşıyan SIRIK MEMET’ e acıdı bir an: ‘Tövbe, tövbe… Acınır mı böyle insana, gebersin lanet olası’ diye düşünde sonra.
Önde CİNSALİ, ardında Zehra güç bela, düşe kalka vadiye indiklerinde, elleri, kolları çizilmiş, bacakları yara bere içinde kalmış sızım, sızım sızlıyordu ama nihayet gelebilmişlerdi DELİÇAY’ ın başına.
“ Bak…” dedi CİNSALİ “ Yemin kasem ettik, verdiğimiz sözden, ettiğimiz yeminde dönmek yok tamam mı? Sözlerimize inanmak, inanmamak anana, babana ve ağabeyine kalmış… Elimi sürmedim, ilişmeye kalkmadım, kötü söz etmedim. Evet, gönlüm düşmüştü sana, yanıp yakılmıştım lakin nişanlı diye dönüp bakmamış, lafını bile etmemiştim. Nasıl oldu, nasıl kandım SIRIK MEMET’ e bende bilmiyorum. Yanlış yaptım, senin kaçırmak aklımın ucunda bile değildi; geldi gitti, seni kaçırmayı kafama soktu. Namusuna dokunmadım ama oynadım; ne yapalım oldu bir kere… Kader böyleymiş ne diyeyim… Akşama geleceğim dedi gelmedi namussuz… Gelmedi mi, gelemedi mi o da meçhul… Çok pişmanım, Allah sonumuzu hayra getirsin. Hadi ben önden gideceğim, sen benden tutun ve arkamdan gel…”
Ağlamaklı olmuştu, o erkeksi sert tavrı kalmamıştı; utancı bakışlarından, korktuğu hal ve hareketlerinden belliydi; sezebiliyordu bunu Zehra.
“ Senin cinsliğin tutmazsa ben sözümden dönmem; canıma kıyarım sana kıydırmam, sözümden de dönmem.” Diye söylendi teskin edici bir sesle; sevgi de mi vardı ne…
Dizlerine kadar sıvadı paçalarını CİNSALİ, döndü Zehra’nın da sıvamasını bekledi ama Zehra suya çoktan girmişti şalvarını sıvamadan suya. CİNSALİ öne geçti, Zehra onun gömleğinden yapıştı ve ardına düştü; DELİÇAY’ ın sert ve güçlü akıntısından geçmeye başladılar. Bir ara ayağı büyükçe bir taşa takıldı CİNSALİ’ nin, tökezler gibi oldu ama çabuk toparladı kendisini.
Karşıya kazasız belasız geçince sık büklüğün kenarına oturup biraz dinlendiler; kabaran soluklarını ve korkularını yatıştırmaya çalıştı ikisi birden.
“ Kuru dereyi takip ederek varalım köye, bahçelerde birileri olabilir.” Dedi Zehra yatışan soluğunu sese çevirerek.
“ Nasıl olsa duyulmuş, yaygara çoktan ayyuka çıkmıştır. Artık bilen de konuşur, bilmeyende, akıllı da bir şey söyler, deli de. Hele fasitlere, çekemeyenlere gün doğmuştur, niye saklı gideceğiz ki; kaderimizde ne varsa o çıkar karşımıza…”
Zehra CİNSALİ’ den böyle bir çıkış beklemiyordu, hayretler içinde yüzüne bakakaldı. İlk defa bu kadar yakından ve alıcı gözle bakmıştı CİNSALİ’ nin yüzüne. Hafifçe uzayan sakalı ne kadar da güzel yakışmıştı biçimli ve düzgün yüze. Hele ela gözlerine gölgeler düşüren uzun kirpikleri şahin pençeleri gibiydi, gönül taşıyan her kızı yakalardı bir hamlede.
Köyün en yakışıklı delikanlısıydı CİNSALİ ama hafiflikleri vardı, uçuk kaçık işlerle uğraşırdı hep. Yerli yersiz her söze karışması, köyde yaşanan her meselenin altından hep onun çıkması gözden düşmesine sebep olmuş, girdiği gönüllerde fazla tutunamamıştı. Önce gönül düşürmüştü yeni ergenliğe geçen kızlar, sonra onun bu cinsliklerini gördükçe, yaptıklarını duydukça düşen gönüller geri çekilmiş ve CİNSALİ uzak ve bilinmez bir hayal olarak kalmıştı. Zehra’nın hayallerini de süslemişti bir ara; düşlerinde görmüş, rüyalarının erkeği olmuştu CİNSALİ. Çok kısa sürmüştü, yapmacık hareketlerini, uçuk kaçık, saçma sapan tavır ve davranışlarını gördükçe soğumuş, uzaklaşmış, kovmaya başlamıştı CİNSALİ’ yi hayallerinden. Ama o an söylediği söz ve takındığı tavır bambaşkaydı; tam hayalindeki Ali idi, cinsliği yoktu üzerinde.
“ İyi de, meydan okur gibi, arsızlar, edepsizler gibi mi girelim köye…” derken gözlerini CİNSALİ’ den çekip alamamıştı Zehra.
“ Doğru, haklısın… Hiçbir şey yapmamış, tertemiz olmak; SIRIK MEMET’ in oyununa gelmiş olmamız bizi haklı çıkarmaz; şu an herkesin gözünde iki kaçağız. Hadi vakit geçirmeden yola düşelim. Kader ne gösterecek bakalım…”
Aynı anda doğruldular, böğürtlen, iğde, söğüt ve kavak ağaçlarının arasına daldılar. Bir gün önce SIRIK MEMET’ in takip ettiği kuru dere yatağını takip ederek köye tırmanan yokuşa vurdular kendilerini.
CİNSALİ çok pişmandı… Öyle derin ve dipli bir pişmanlığın içine düşmüştü ki, aklının bütün hücreleri işler, vicdanın bütün telleri sızlar, gönlünün en acı veren yerleri kanar hale gelmişti. Nasıl bir oyundu bu böyle, niye düşünmeden, taşınmadan, hesapsız kitapsız düşmüştü SIRIK MEMET’ in peşine. Zaten hep böyle yaptığı için sevilmemişti ya. Anası dünür gittiği her kapıdan bu huyu yüzünden geri çevrilmişti: “ El aklıya evlilik olmaz, oğlun önce aklını başına alsın sonra evliliği düşünsün” demişti kapanan her kapının ardındaki ağız.
Ara sıra ardından sessiz sedasız gelen Zehra’yı yokluyor, evlilik hazırlığında olan genç bir kızın hayatını mahvettiği için daha bir derinleşiyor ve dayanılmaz hale geliyordu duyduğu pişmanlık. SIRIK MEMET’ in iki ay öncesinden başlayan o iğneleyici ve ikna edici sözlerini hatırlamaya çalıştı bu pişmanlığın içinde.
‘ Bak Ali demişti, nedense CİNS dememişti… Zehra benim akrabam, seninde gönül düşürdüğün kız… İsterim ki yâd ellere gitmesin, senin elin ayağın düzgün, halin vaktin yerinde; çekemeyenler sevmiyor seni, kıskananlar kötülüyor. Cins falan diyerek adını çıkarıyorlar; bakma sen onlara… Zehra nişanlı ama henüz evlenmedi, evli bir kadın herkesin namusudur, dokunulmaz… Ama Zehra nişanlı, hem de hiç sevmediği biriyle… Ne yalan söyleyeyim bende hiç sevmedim o oğlanı; tuhaftır, çirkindir. Nişan ya bozulur, ya da bozdurulur; Zehra’nın anası babası bozmaz bu nişanı, o zaman birileri bir şey yapmalı ve bozdurmalı. Gel bir şey yapalım ve Zehra’yı kaçıralım. Güz sonu kışlık için herkes gibi onun babası veya ağabeyi kasabaya iner, en az bir haftadan önce de gelmezler. Alış veriş yaparlar, akrabalarına uğrarlar. İşte bu ara yapmalıyız bu kaçırma işin ki, onlar gelinceye kadar ortalık durulsun, köyün ileri gelenleri araya girsin ve yumuşatsın ortalığı. Haliyle nişan bozulur, Zehra’ da sana kalır. İki yıl önce YETİM DÖNE’ nin oğlu da aynı şeyi yapmıştı, nişanlı kızı aldı götürdü, iki gün sonra döndüler; ağalar beyler araya girdi, iş tatlıya bağlandı…’
SIRIK MEMET’ in o gün dedikleri doğruydu, YETİM DÖNE’ nin oğlu da kaçırmıştı sevdiği kızı, iki gün sonra dönüp gelmişlerdi gittikleri yerden. Oğlan tarafı nişanı bozmuş, kız YETİM DÖNE’ nin gebeş oğluna kalmıştı. Araya girenler ortalığı düzeltmiş, bir ay içinde evlenmişler ve geçen yıl çocukları bile olmuştu… İyi güzelde, her olay birbirine benzemezdi ki.
CİNSALİ’ nin içindeki pişmanlıkla birlikte kuşku ve korkuları da büyüyordu her adımda. O gün doğru diye inandığı her şey bugün güz yaprakları gibi sararmış ve dökülmeye başlamıştı tek, tek.
Aklından bunlar geçerken bir kez daha dönüp baktı Zehra’ya; ufak tefekti, iri kara gözleri, biçimli dudakları, pembe yanakları vardı ama bir gecede çökmüştü, gözleri durgun bakıyor, dudakları ve yanakları da soluvermişti gül yaprakları gibi. ‘Ne yaptım ben… Sana nasıl kıydım Zehra…’ diye haykırmak geçti içinden. Köydeki herkes gibi CİNSALİ’ de biliyordu Zehra’nın onurlu bir kız olduğunu, hele namus ve aile şerefi hakkında hiç taviz vermediğini.
SIRIK MEMET’ lerin evi görününce CİNSALİ sorma gereği duymuştu:
“ Ayşe Hanım teyzeye uğrayalım mı? Madem sırık oğlu açtı bu belayı başımıza, önce ona anlatalım derdimizi. Önümüze düşmek, ananı babanı, en önemlisi ağabeyini ikna etmek ona düşer, onlara düşer…”
“ Bende öyle düşündüm, başka çaremiz de yok… Ayşe Hanım teyze akıllıdır, kimseyi kayırmaz. Haksız olan oğlu bile olsa arka çıkmaz…”
Etrafta kimsecikler görünmüyordu, evin önündeki taş duvarın kenarına pıtsılar ve biraz beklediler. Bir ara Ayşe Hanım’ın sesi duyulu gibi oldu, biriyle konuşuyordu. Sonra kuş sesleri dışında yine sessizliğe gömüldü her şey. Bu sefer öne Zehra düştü, ardında CİNSALİ bir solukta evin kapısına geldiler ve kilitli olmayan dış kapıdan süzülüverdiler içeri.
Ayşe Hanım çamaşır katlamakla meşguldü, dış kapının açıldığını duymuş ve kafasını oda kapısına çevirmişti; karşında Zehra ile CİNSALİ’ yi görünce şaşırdı, sonra dehşete kapıldı ve sapsarı kesildi.
“ Siz… Siz nereden çıktınız böyle…” diyebildi şaşkın ve hayretler içinde. Elindeki çamaşırlar yere düştü, çöktü kaldı sekiye. Çarçabuk da toparladı kendisini, dış kapıya koştu, sürgüledi, odanın kapısını kapattı sımsıkı.
“ Siz ne yaptınız, nedir bu hal Zehra…”
Zehra olup biteni gözyaşları içinde anlattı, sayıp döktü. Onun lafı bitince CİNSALİ iki ay öncesine dönerek başladı anlatmaya. SIRIK MEMET’ le kurdukları planı, Zehra’ yı nasıl kaçırdıklarını, mağaralara çıktıktan sonra SIRIK MEMET’ in köydeki durumu öğrenmek ve yiyecek getirmek için dönüp geldiğini.
Sessiz ve sakince dinledi Ayşe Hanım her ikisini de; bellerine kadar ıslak oluşları DELİÇAY’ ı geçtiklerini gösteriyordu. Hele odaya yayılan o çamurumsu, yosun ve balık kokusu DELİÇAY’ a aitti ve emindi bundan. İyi güzel de oğlunun elbiseleri de ıslaktı ve aynı koku çalınmıştı burnuna. Ama oğlu bir gün önce köydeydi, olayı da böyle anlatmamıştı… CİNSALİ’ nin Zehra’yı kaçıracağını söylemişti, yapma etme deyince de ‘Şaka yaptım’ diyerek bir bakraç suyu üzerine döktüğünü anlatmıştı kendisine. Yalan mı söylemişti sırık oğlu… Yoksa bu iki kaçak işledikleri suça oğlunu da mı ortak etmek istiyorlardı.
SIRIK MEMET’ i o sabah Zehra’nın ağabeyine haber versin diye kasabaya gönderen kendisiydi; nasıl bir pisliğe bulaşmıştı durup dururken. Şu DELİÇAY’ ın kokusu olmasa oğluna inanacaktı ama durup dururken neden yapacaktı sırık oğlu bütün bunları. Aklını mı bozmuştu bu oğlan, Zehra’ ya ne garezi olabilirdi. Hele de CİNSALİ en yakın arkadaşıydı. Yok, yok… Oğlu planlamış olamazdı.
Zehra’nın ağlama krizi tutmuştu, ağladıkça ağlayası geliyor her bir yanı zangır, zangır titriyordu. Korktu Ayşe Hanım.
“ Zehra… Kızım kendine gel… Ben bir yol anana haber vereyim; anadır derdine derman, yarana merhem olacaktır.”
Hıçkırıkları arasından seslendi Zehra.
“ Teyzem suçum günahım yok, tertemizim ama anamın yüzüne nasıl bakayım. İnanmaz ki bana…”
Anası Sultan Hatun’un dünden beri nasıl bir hal içinde olduğunu biliyordu Ayşe Hanım. Perişan olmuş kadın, saçını başını yolmuş, bedduanın biri bin olmuştu dilinde. Biraz düşündü.
“ Benden ne yapmamı bekliyorsunuz, neden bize geldiniz o zaman…” dedi gayrı ihtiyari.
CİNSALİ yine kendisinden beklenmeyen bir çıkışla:
“ Teyzem bu işi ancak oğlun düzeltebilir, yaptıklarını bir, bir anlatır, sayar dökerse düzelir, hal yoluna girer. Yoksa bize kimse inanmaz… Dün akşam kaldığımız mağarada Zehra’ nın ağzından bir laf çıkmıştı; demişti ki… ‘ Benim kaderimde canıma kıymak var, senin kaderinde canından olmak…’ Üzerinde çokça düşündüm, eğer oğlun konuşmazsa, bize kimse inanmaz… Zehra canına kıyar, beni de köy meydanında Zehra’nın ağabeyi öldürür. Bu yüzden buraya geldik, ya namusumuzla birlikte canımızı kurtar, ya sende bize inanma, yardım etme canımızdan olalım.”
SIRIK MEMET’ i kasabaya göndermişti Ayşe Hanım… Yıldırım çarpmış gibi sarsıldı CİNSALİ’ nin ettiği bu sözler üzerine. Dili damağı kurudu, sararan yüzü bu kez kıpkırmızı kesildi, ter bastı her bir yanını. ‘ Ne halt ettim…’ dedi ve bu bir çığlık gibi yayıldı bütün benliğine. Yanında titreyene, gözyaşlarına boğulmuş Zehra’yı kucakladı.
“ Zehram… Nasıl sözler bunlar… Güzel kızım… Bazen ölmek yaşamaktan kolaydır; sen gel zor olanı seç…”
(Devam edecek…)