Bu bölüme Prof. Dr. Mahir KAYNAK’ ın stratejik açıdan çok önemli bir sözüyle başlamak istiyorum: “Farz edin bahçenizde bir yılan var, sakın bu yılanı komşularınızdan birisi öldürmeye kalkmasın, müsaade etmeyin. Öldürecekseniz siz öldürün, yaşayacaksa sizin sayenizde yaşasın. Yılanı öldürmek için bahçenize giren komşunuz, gün gelir başka bir amaçla da bahçenize girebilir.” İşte o Cuma sabahı bahçeme izinsiz giren işçiye gösterdiğim tepki bu anlayıştan; ama bu söz yüzünden değil…
“Elbette mesele iki elma değil; bunun büyütülecek bir taraf yok, sayfalar dolusu yazı yazılacak kadarda önemli değil. Lakin şu da bir gerçek, küçüğü görmeyen veya önemsemeyen, büyük karşısında şaşırır, apışır kalır.”
Fiziki gelişmeler hep aldatıcı olmuştur, önemli ve kalıcı olan gelişme fikri olan, daha farklı bir ifadeyle dimağda, yani insan zihinde hayat bulan, vücut kazanan gelişmedir. Ben hep buna inandım, hep bu fikri savundum. Hani KBRT de çalıştığım yıllarda yazdığım ve seslendirdiğim bir reklâmda kurduğum şu kavramsal cümle vardı ya, hatırlayın:
“Giysiler de hasret çeker, manken soğukluğundan insan sıcaklığına.”
Giysiler, her ne kadar alçı mankenler üstünde daha güzel ve daha şık dursa da, ben insan sıcaklığına hasret çektiklerinden eminim. Ama hangi insanın… Yüzü güzel, vücudu düzgün insanın mı? Yoksa ruhuyla bütünleşmiş, aklı ve ahlakı güzel ve düzgün olan insanın mı? Bu hasret hangi insan için çekilir… İzinsiz elma alan insan için olamaz herhalde.
Detay vererek anlatmam doğru olmaz, hiç değinmeden geçip gitmek de; şu kadarını söyleyeyim, kendimle yaptığım mücadele yirmi yılımı aldı. Durmadan sorguladım kendimi, ayıpladım, yerden yere vurdum; ama yargılamaya ve cezalandırmaya hiç kalkmadım. İnsan kendisinin her an ve her şart altında savcısı olmalı, yeri geldiğinde avukatı da ama hâkimi asla…
Cuma namazı sonrası zihnimde hala bu düşünceler, dalgın ve yorgun evime dönüyorum. Yine aynı işçiler aynı yerde bir şeyler yapmakla meşgul. Bazen akıllı ve sabırlı olmakta yetersiz kalıyor. Ani bir refleksle bahçeye giren işçinin yanına yanaşıverdim. Önce selam verdim, başını kaldırıp yüzüme bakmasını sağladım böylelikle. Göz bebeklerine düşmüş küçücük pişmanlık kırıntısı aradım, yoktu. “Neden izinsiz girdin bahçeme…” diye çıkıştım sertçe. “Hangi hakla, hangi cesaretle girersin. Elma istediniz eşim verdi, nasıl bu kadar yüzsüz ve görgüsüz olabilirsiniz…” diye devam ettim daha sonra. Hem öfkemi dağıtmak, hem de akıllarında kalmak istiyorum bu yaptığımla. Mümkün mü, olabilirliği var mı? Belki…
Eve rahatlamış olarak girdiğimde eşimin yüzü asık: “Yaptığını beğeniyor musun? Şu mübarek günde neden azarladın şu insanları… Alacakları iki elma…” Mesele iki elma değil ki, gel anlat… Bu millet belki de bu anlayışı, bu tür yaşayışı yüzden hep ayakta ve hayatta. Hep kaybetmesinin, hep çile çekmesinin sebebi de bu anlayışı ve böyle yaşayışı yüzünden olabilir mi? Siz ne dersiniz…
Yaşadığım olayları hemen unutan, üzerinde fazla kafa yormayan biri olamadım nedense; etkisi günlerce sürer. O günde keşkeler koydum vicdanımın önüne; öyle ölçtüm, biçtim ve tarttım yaptığımı. Sonra bilgi ve birikim penceresinden baktım aklımı önceleyerek… Bazen pişman oldum yaptığım kabalıktan dolayı, daha nazik ve kibar olabilirdim. Bazen rahatladım, çünkü haklıydım; bu sert tavrımla belki akıllarında kalırım diyerek teselli buldum bu dört işçinin.
Uykusunu tam alamamış olarak uyandım ertesi sabah; memuriyetten kalma alışkanlık, cumartesi günleri yataktan çıkmak istemem. Hele yorgun ve bitkin düşmüş bir zihinle uyanırsam, yataktan çıkmak şöyle dursun, gözlerini açmak bile içimden geçmez. Yinede güne başlamak lazım… Yüreğimi mengene gibi sıkan, acıtan duygulardan kurtulmak için bilgisayarın başına geçiyorum ama nafile, tek cümle düşmüyor aklımın ambarına. Aç fareler gibi sessizce dolaşan birkaç anlamsız düşünce var sadece. Zor zahmet öğle namazını kılıp çıkıyorum evden; eşim ardımdan sesleniyor: “Senin huyunu bilirim, birileriyle takışma…” Nasıl olur derim, ben bilmiyor muyum huyumu; hep muhalif, hep itiraz eden, hep karşı çıkan. Hoş mu, doğru mu bu? Hayır!.. Bu huyumdan vazgeçsem, terk etsem, değiştirsem bu mizacı olmaz mı? Olur, olurda bu güne kadar söylenen her şeyi kabul ettik, doğru bulduk da ne oldu… Her neyse, Aşağı Caminin çay ocağında bir bardak çay içmek iyi gelir…
Öğleden sonra pek kalabalık olmuyor çay ocağı, sigara içilmeyen bölüme yöneliyorum. Tanıdık üç beş kişi oturuyor köşedeki masada, selam verip yan masaya geçmek üzereyim: “Yanımıza gel, neden ayrı oturuyorsun” diyor içlerinden birisi. Hepsi yakinen tanıdığım kişiler, hele davet edeni çok iyi tanıyorum; gitmesem daha iyi olur. Çünkü bu kişi oldukça asabi ve ağzı kalabalık, böyle biliniyor. Boş sandalyelerden birine tedirgin çöküyorum. “Ne içersin abisinin” diyor davet eden, benden yaşça büyük, aramızda en az beş yaş var. Çay diyorum, bir müddet sonra içmeyi arzuladığım çay önüme geliyor ama sohbet çay deminde değil. “Sen ne dersin” diyor davet eden, “bu Başbakan dünya liderliğine mi oynuyor?” Çayımdan aldığım ilk yudum ağzımda, sorun yaşamak kaderim mi ne? Nasıl cevap vermeli, ne demeli. “Sence ne yapmak istiyor” diyorum sıcak çayı yutarken. “Şaşırmış abisinin, bu Başbakan başımıza çorap örmek için uğraşıyor.” Gülümsemeye çalışıyorum “Hep ördüler zaten, biraz da bu örsün, ne çıkar” diyorum ama köpüreceğinden de eminim. Öyle de oluyor. “Hep böylesiniz, hiç düşünmüyorsunuz” diye serteliyor, karşısında oturan kara kuru yaşlı adamı göstererek “Şu adamın bekâr gezmesi bile bu Başbakan yüzünden. Dul kadınlara maaş bağlamış, artık evlenen kadın yokmuş.”
(Devam edecek…)