Kahvaltı verilen mekân tanıdık, bildik ve aşina yüzlerle hınca hınç dolup taşıverdi bir anda; seyre doyulmaz bir manzara. Küçük ve anlamlı bir Kızılcahamam kuruluverdi oracıkta. Kolay değil, on saatlik bir gece yolculuğu, herkes yorgun, bitkin ve aç. Paketler halinde verilen kahvaltılığı eşimle birlikte sıraya geçerek aldık. Boş bir masa bulup geçip oturduk ama boğazımda bir düğüm; lokma yutmak ne mümkün. Bir parça ekmeğin arasına azıcık peynir koydum ve kalktım masadan. Kalabalık arasından sıyrılarak dışarı attım kendimi. Deniz kenarına doğru yürürken yutmakta zorlandım ağzımdaki lokmayı. Hafiften esen kıştan kalma rüzgâr kendime gelmemi sağladı. Kırık dökük bir tuvalet bulup elimi yüzümü yıkadım; abdest aldım sonra. İbadetlerini putlaştıran biri değilim, bunu söylemekte fayda var; aksatan, önemsemeyen biride olmadığım gibi. Hemen bu kavramı açmalıyım; ibadetler nasıl putlaştırılır. Bu kavram öyle bir yaşam alanı bulmuş ki, birilerini kırmaktan, üzmekten ve incitmekten de çekinmiyor değilim. Namazın ritüel kısmına, yani şekli namaza ve oruca ömrünü adamış insanlar var; ne var ki namazlarını camide bırakıyor, oruçlarını da aç kalmakla sınırlandırıyor, ötesine geçemiyor bu insanlar. Bu iki ibadeti vaktinde yaptılar mı ötesi onları ilgilendirmiyor. Yunus Emre’nin şu dizeleri ibadetlerini putlaştıranlar içindir: “Bir tek gönül kırdın ise/ Kıldığın namaz, namaz değil. Yetmiş iki millet dahi/ Elin yüzün yumaz değil.” Rahmetli annemin babama söylediği şu sözle bu konuyu kapatmak istiyorum: “Nuh… Namazını camide bırakıp gelme, bize de getir.” Otobüste kılamadığım sabah namazımı eda etmek için bir yer aradım; parkın karşısındaki caminin tadilatta olduğunu söyledi orada çalışanlardan bezgin suratlı birisi. Hemen olduğum yerde, kimseye belli etmemeye özen göstererek gönül mekânında ritüelsiz kılıverdim gecikmiş sabah namazını. Bu nasıl olur demeyin, mecbur kaldığınıza deneyin; kim bilir, belki o güne kadar hiç duymadığınız bir huşu sizi de yakalayıverir.
Az bucuk tarih okudum, tarihi romanların duygusal anlatımı sayesinde geçmişe yolculuk yaptığımda olmadı değil; yalnız ve sadece Çanakkale için yazılmış şiir, anı, roman, hatta bu tarihi sürece dair herhangi bir yazıyı okuduğumda, ne hikmetse kendimi hiç tutamam; o acımasız ve kanlı savaşı birebir yaşamaya başlarım. O acımasız ve kanlı savaşın bir parçası olarak görür ve hissederim kendimi hep. Birde iki ölüm haberi beni derinden etkiledi, sarstı ve savurdu bu güne kadar. Rahmetli Muhsin YAZICIOĞLU ile Neşet ERTAŞ’ ın ölümleri. Bilerek, isteyerek ve kasten şiir yazmayı bıraktığım halde, bu iki ölüm haberinden sonra birkaç mısra bile karaladım. Oysa altmış üç yıllık ömrümde, önce babamın ölümünü, sonra kız kardeşimin, daha sonra annem ve iki evladımın ölümünü görmüş, yaşamış, acılarını duymuş biriydim. Neden Çanakkale beni derinden etkiler, sarsar ve savurur; iki amcamın Çanakkale’de şehit düşmesi mi buna sebep. Yoksa bu savaşın başka bir anlamı, manevi bir yaşanmışlığı mı var ve ben bu derece etkileniyorum; kestirmek zor. Hele ki, Muhsin YAZICIOĞLU ile Neşet ERTAŞ’ ın ölümlerinden bu derece etkilenmemin ve sarsılmamamın sebebi ne olabilir; bunu anlamak, anlamlandırmak ve anlatmakta zorun zoru.
Eşim çok acıkmış olacak ki, hem kendisine düşen, hem de benim bıraktığım kahvaltılıkları silip süpürmüş olarak yanıma geldiğinde, gözlerine düşen açlığın, yüzünde biriken yorgunluğun bir parça dağıldığını fark ettim ve gülümsedim. Yaşamak çok güzel ve çok özeldi. Bu güzelliği ve özelliği sanıyorum tek insan yaşıyor ve fark ediyor.
Tekrar yola çıktığımızda artık ne zamanın önemi vardı benim için, nede mekânın. Zamanla birlikte durmuş veya durgunlaşmış bir akıldı taşıdığım. Kapılarını sonuna kadar açmış ve sünger gibi her şeyi kendi kapsamı içine almaya çalışan bir gönül ve ruh hali ortaya çıkmış, şartsız teslim olmuştum. Sanki ilahi bir mesajı kalbime taşıyan, kendi iradesini kurmaya çalışan o gönül ve ruh, bütün benliğimi ele geçirmiş, bir başka âleme sürükleyip götürüyordu beni. Otobüsteki herkeste benim gibi miydi? Olabilir, neden olmasın.
Yolda rehberimiz de aramıza dâhil oldu, düzgün ve akıcı Türkçesiyle mekânları, yaşananları biraz hamaset kokan bir üslupla anlatmaya, yaşatmaya başladı bizlere. En hoşuma giden sözü şu oldu: “Sakın burayı bir gezi mantığı içinde dolaşmayın, burası bir ziyaret yeridir. Böyle gezmenizi ve dolaşmanızı tavsiye ederim.”
Zamanın durduğu, eski seyrinde akmadığı anlar vardır; her Türk için zamanı durduğu veya durgunlaştığı bir an vardır ki, bu an Seyit Onbaşının kilolarca ağırlıktaki top mermisini omuzlayıp o koca top namlusuna sürdüğü andır. Rumeli tarafındaki Mecidiye Tabyasının bulunduğu yere geldiğimizde o muhteşem insanın heykeli karşıladı bizleri. Sonradan getirilip monte edilmiş, yıpranmış ve ifade noksanı o koca topla birlikte. Heykeller zamanı durdurma, yapmacıkta olsa tarihi yaşatma gayretidir benim için. Hemen aktarmak istiyorum; KBRT de çalıştığım yıllarda genellikle reklâmların söz yazarı ve seslendireni de ben olmuştum; tek olmanın getirdiği avantaj veya yük ağırlıklı sorumluluktu bu. Bir reklâmda şöyle bir tanıtım cümlesi kurmuştum, hatırlayanlar olur belki: “Giysilerde hasret çeker, manken soğukluğundan, insan sıcaklığına…” Seyit Onbaşının heykelini görünce bu cümle aklımın durgunluğu içinde harekete geçti. Seyit Onbaşı heykel soğukluğundan sıkılmış, bu soğuk ve donuk halden beni kurtarın diye çığlık atıyor gibi geldi. İşte o an temelli koptum ve dağıldım. Sana dar gelmeyecek mezarı kazamadık ama seni bir heykele mâhkum ettik Seyit Onbaşı diye haykırmak geçti içimden. Gözyaşlarım gibi boğazımda kurumuş, tıkanıp kalmıştı. Gönül gözümle ağlamaya başladım o an, eşim hemen koluma girdi. Çaresizdim, bedbahtım, perişandım… “Çanakkale… Nasıl düşmüş bu hale…”
Akıl ve gönül kapılarını tarihe açamayanlar, zihinlerinde tarihi geçmişi tahayyül ve tasavvur edemeyenler, ruh âlemlerine inerek hayat hakikatlerine vakıf olamayanlar mı heykel yapıyor, heykel soğukluğuna kahramanları gömüyor; destanları bu soğuklukta mı pasif hale getiriyorlar ne? Yoksa bu hayranlık uyandırma arzusu mu? Ben bunları nerden bileyim, sadece Seyit Onbaşının heykeline dokunduğumda içime yayılan duygu, his ve sezgi bu yazdıklarım.
“Kahramanlarda hasret çeker, heykel soğukluğundan gönül ve ruh sıcaklığına…” Reklâm cümlesi değil bu, duygu, his ve sezgi yalnızca…
Mecidiye Tabyasını ziyaret eden sadece bizler değildik, benim gibi Seyit Onbaşının heykeline dokunan onlarca kişi vardı. Grup, grup bir sürü insan, bilhassa öğrenciler… Her grubun başında bir rehber, 1915 yılını ve burada yaşananları anlatıyorlar, yaşatmaya çalışıyorlardı etraflarına topladıkları kalabalığa. Tabyanın taş duvarlarına dokunuyorum, restore edildiği belli; keşke top mermilerinin parçaladığı taş olsaydı dokunduğum yontulmuş taşlar. Bir şehidin göğsünü yasladığı, başını koyduğu, ola ki yarasına bastırdığı… Ah keşke…
TRT 1’ de yayınlanan bir dizi var; “Sakarya- Fırat.” Aylarca önce yayınlanan bir bölümünde bir sahne vardı ki, hiç unutmadım; unutmam da mümkün görünmüyor. Bu sahnede Çanakkale’yi yaşadım, burada verilen mücadelenin anlamını ve amacını buldum. Bu sahneyi seyrettikten sonra gizli, gizli ağlar buldum eşimi; hem de günlerce. Neden diye sormadım, o da anlatma gereği duymadı. Sahne şöyleydi; Uzman Çavuş Osman KANAT, Sarı Hoca lakaplı erle birlikte özel bir operasyon için görevlendirilir. Üstlendikleri görevi layıkıyla yerine getirirler fakat Sarı Hoca karnından yaralanır. Osman KANAT kanamayı durdurmak için yerden bir taş alır ve yaraya bastırır; bir kumaş parçasıyla da bağlar. Omuz verir Sarı Hocaya, helikopterin beklediği buluşma yerine gelmek için müthiş bir mücadele başlar. Ne var ki, Sarı Hoca bu yolculuk sırasında son nefesini verir ve şehit düşer. Osman Kanat Sarı Hocayı bırakmaz, sırtlanır ve helikoptere kadar getir. Karakola indiklerinde Osman KANAT perişandır; sımsıkı tuttuğu bir şey vardır sağ avucunda. Alay Komutanının dikkatini çeker ve sorar: “Evladım avucunda tuttuğun nedir?” Osman KANAT avucunu açar, sımsıkı tuttuğu Sarı Hoca’ nın yarasına bastırdığı kanlı taştır; şu cevabı verir: “Vatan Komutanım… Vatan…”
Bir çakıl taşında vatanı bulanların yurdudur Türkiye… Ağlamak yeterli mi? Birkaç satır yazı yazmak yeterli mi? Peki, ne yapmak lazım… Ne olur düşünün… Düşünmeyin, üzülün… Uykularınız kaçsın, perişan olun.