banner94

İlk intiba gibi ilk cümlede çok önemlidir; bu bölümün ilk cümlesinin nasıl olması gerektiği konusunda zihnimi zorlarken, şehir stadında Cumhuriyet Bayramı kutlamaları başlamıştı bile. O coşkunun sesleri sokakları aşarak bana kadar ulaşmış, alışık olduğum tınılar içinde zihnime akıyor, hafızama anılar taşıyordu silik ve sararmış. Bir yandan da düşüncelerimi yazıya dökememenin ezikliği sabah mahmurluğumu tazeliyordu. Akıl yoğunluğum yavaştan yorgunluğa dönüşüyor; ama içimde tarifsiz bir huzur… Gönlümde, o hiç eksik olmayan hüznün yatıştırıcı esintisi… Lakin kurmaya çalıştığım her cümle kontrol dışı… Nedeni yok bu durumun, öylesine ve bilinmez… İnsan olmaktır bu; bazen akıl duygulardan kopar, bazen duygular nedensizce dışlar düşünceleri.

Şehir stadı olarak adlandırılan etrafı tel örgü ve saç levhalarla kaplı alanın bulunduğu yere dün ‘top sahası’ diyorduk; bu boş arsada karşılıklı iki tahta kale vardı sadece. Gönlü çeken, aklına esen, genç yaşlı, kim olursa olsun, yeter ki elinde topu, altında bisikleti olsun, bu alana gelir, yoruluncaya kadar topunu oynar, bisikletine binerdi. Hatırlayanlar mutlaka vardır; yıllar önce Özel İdare Müdürlüğünden emekli olan, hala İş Bankası Şube binasının hemen üzerinde ayakkabı boyacılığı yapan, çalışmayı ibadet haline getirmiş Dursun ÜÇBAŞ, bakımını özenerek yaptığı, gözünden bile kıskandığı bisikletini bu boş arsada kiraya verirdi; bisikleti olmayan veya binmeyi bilmeyen çocuklara, gençlere, hatta meraklısına… Beş turu yirmi beş kuruş muydu, yoksa beş dakikası mı yirmi beş kuruştu… Ne fark eder ki, artık sadece anı bunlar; Maliye vergi tahakkuk ettirecek değil ya. Ne hoş ve ne huzurlu günlerdi. Vay be, çok şey yaşamışız.

Hatırlayın; ikinci bölümü kendime ait şu hayati tespitle bitirmiştim: “ Zaman olur kendimin savcısı olur, acımasızca sorgularım… Zaman olur avukatı olur, sonuna kadar savunurum… Ama hiçbir zaman hâkimi olmam, yargılamaya ve cezalandırmaya kalkmam…” Acaba neden böyle yaparım; mutlaka düşünen, bu konu üzerinde akıl yürüten olmuştur. Birde benden dinlemek ister misiniz? Hadi açıklayayım…

İnsan olarak yaratıldığını bilen ve bunu zihninin idrakine sunan kişi şunu peşinen kabul etmiş demektir; bu kabule yorumum şöyle: “İnsan olmanın, pişman olmakla eş değer bir anlamı vardır.” Nasıl oluyor bu… Hz. Âdem, Cennet’ den kovulduğunda bu pişmanlığı ilk duyan ve yaşayan insandır; ne demiştir: “Ben nefsime zulmettim…” Peki, Hz Yunus nübüvvet görevi kendisine geldiğinde, Kur’ anı-i bir ifadeyle bu ağır sorumluluktan: “…kaçak bir köle gibi kaçmıştır.” İki karanlığa düştüğü o son merhalede yine bu pişmanlığı duymuş ve yaşamıştır. Nasıl ifade etmiştir bu pişmanlığı: “Ben nefsime zulmettim…” Demek ki, pişman olabilmek çok önemli bir duygu, hayati bir dönüş. İşte o pişmanlığı duymak ve yaşayabilmek için insanın kendisini bir savcı titizliğiyle sorguya çekmesi, sorgulaması şart ve elzem. Ama hiçbir yargı bu sorgu ve sorgulama sonucunda başlamaz. Çünkü hem ilahi, hem de beşeri adalette savunma hakkı vardır; bu hak kutsaldır ve vazgeçilmez. Her insan temel insan haklarından birisi olan savunma hakkını kullanmalı, yaptığı hatayı, işlediği suçu veya girdiği günahı ret veya kabul ederken bu hakkı kullanmalıdır. Yalnız insani ölçüleri aşmamalı, adaleti yanıltmamalı, olayları çarpıtmamalı, inkâr etse bile iftiraya yönelmemelidir. “Ben nefsime zulmettim” diyebilmeli ve tövbenin gerçek mahiyetine sarılarak adalete inanmalı ve teslim olmalıdır.

Bundan sonrası karşı tarafa aittir; karşı tarafta kim demeyin. Karşı taraf bazen mutlak güç ve irade olabilir, yani ALLAH… Bazen en güçlü beşeri organizasyon olan devlet olabilir; yani yargı… Veya hakkını gasp ettiğimiz, zorda bıraktığımız diğer bir insan olabilir, yani mağdur…

Günahta Allah yargılar insanı, suçta devlet… Kul hakkı diye bilinen emek gaspına giren günahlarda veya şikâyete bağlı suçlarda bu hakkı mağdur olan kullanır. Mağdur kısasa kısas hakkını kullanabilir, yani ceza verilmesini isteyebilir. Suçludan uğradığı haksızlığın bedelini isteyebilir, yani tazminat hakkını kullanır… Veya bağışlayabilir; yani hakkından feragat eder. Bazen de beşeri hukuk suçlunun cezasını erteler; yani tecil eder.

Şartlar ne olursa olsun, insan kendi suçu veya günahının cezasını kendisi vermeye kalkamaz, kalkmamalıdır. Ne Allah böyle bir yetki vermiştir insana, ne devlet, nede bir başkası… Bu özlü sözle ifade etmek istediğim bu veya buna yakın bir anlatım.

İşte Âdem AKAY ve Hamza KOCAOĞLU ile karşılaştığım gün onların bana ilgisiz gelen sözleri üzerine içine düştüğüm girdaptan bu hayati gerçekleri dayanak yaparak kurtulmaya çalıştım ama tesiri günlerce geçmedi. Her şeye karışmak ve hep ön planda olmak arzumun kaynağı ne olabilirdi; düşündüm durdum. Torunlarımın neşeli cıvıltıları bile serinlik vermedi, silemedi bu düşünceyi zihnimden. Her şeye karışmak isteyen bunun eylemini gerçekleştirmez mi? Hep ön planda olmak arzusu insanı ön saflara itmez mi? Hem eylemsiz kalacaksın, hem de her şeye karışmak isteyeceksin; garip… Hem ön saflarda olmayı arzulayacaksın, hem de geride durmayı tercih edeceksin; ilginç…

Aradan günler geçti, bir gün yolum Âdem AKAY’ ın kundura mağazasına düştü. Her zaman yaptığı gibi hemen çay söyledi; uzun yoldan geldiği için sıcaklığıyla birlikte tadını da bir nebze kaybetmiş çayı yudumlarken aklıma geliverdi: “Üyelik kaydım silindi mi? Silinmediyse silinsin…” diye söylendim. “Arkadaşlara söyledim, gereğini yapılır” dedi Âdem AKAY.

Yine yüreğimde ani bir yanma ve derinlere kadar inen ince bir sızı; siyasi zekânın önemine dikkati çekmek istediğim bir işaret daha, belki de bir karine. Yanma yangına, sızı acıya dönüyor ve soruyorum: “AK Parti ilçe teşkilatınızla yaşadıklarımı bir başka parti bana yaşatır mı? Hele Belediye Başkanı Coşkun ÜNAL ile bu durumu yaşasak bana sizin gibi davranır mı?” diyorum. Gülümsüyor ve ne demek istediğimi anlayarak cevap veriyor Âdem AKAY: “Hayır, kesinlikle böyle davranmazlardı, hele Coşkun ÜNAL hiç yapmazdı. Biz seni gökte ararken yerde bulduk, sen bizim baş tacımızsın gibi laflar eder ve seni istifadan vazgeçirmeye çalışırdı. Yalnız sana da değil, herkese…” Kendi eleştirisini yapabilen Âdem AKAY’ a ne denir ki… Söz burada biter; akıl devreden çıkar. Artık susma ve yutkunma zamanı… Gelin siz okurlarla birlikte bu anlattıklarıma bir ad koyalım; ad koymak için aklımızda bir komisyon kuralım. Hadi bu zahmete girelim.

“MİRASYEDİ BABA MALINI YER; SİYASİ MİRASI KİM YER?”

Bu ad soru şeklinde oldu ama cevabı belli: “Siyasi mirası da kendi taraftarlarına bile sahip çıkamayan siyasi mirasyediler yer.”

Birkaç kere yazdığımı hatırlıyorum, Kızılcahamam’da yaşanan sosyal hayatı ve yerel siyaseti iki kişi çok iyi bilir; birisi Belediye Başkanımız Coşkun ÜNAL, diğeri son birkaç yıldır siyasetten uzak duran diyemem, uzak durmaya mecbur kalan Ali ALTINOK.

Coşkun ÜNAL seçilerek bu zekâsını kanıtladı; hele ki AK Partinin en güçlü olduğu 2009 seçimlerinde Kızılcahamam seçmeninin oyunu alarak yaptı bu ispatı. Görev yaptığı beş yıl içinde bu zekâsı daha da belirginleşti; rutin işlerin ifasında ortaya çıktı, hizmet üretiminde şekil ve biçim kazandı. Birileri çıkar ve: “… ama en çok eleştirende sen oldun” diyebilir. İş yapan eleştirilir, eylemi olan karşı duruş geliştirilir. Bu hayatın normal akışıdır; demokrasinin anlamı da böyle hayat bulur.

“Hayat sıralı ve sürelidir; medeniyet bu sıranın takibi, bu sürenin en verimli kullanımıyla ortaya çıkar ve yaşanır.” Coşkun ÜNAL bu sıraya uymamış olabilir, yani öncelik sırasını çoğu zaman karıştırmıştır. Süreyi verimli değil çok aceleci ve telaşla kullandığı da bir vakıa. Lakin buna mecbur olduğu da biliniyor; yanıp tutuşuyordu kendisini kanıtlamak, kendisine oy verenleri mahcup çıkarmamak için. Birebir yanında olmaya gerek yok bunları yazmak için, tecrübe ve birikim bunun için var; diğer bir adı insanı okumaktır.

Tren vagonları gibi hayatı kompartımanlara ayırmadan okumak ve yaşamak buna denir. Bunun için “OKU” teklifi müminlerce bir buyruk olarak anlaşılmış ve hayata katılmıştır… Katıyor muyuz, yoksa karıştırıyor muyuz bu da ayrı mesele. “Oku” teklifini emir telakki edenler olsaydı Kızılcahamam’da, Ali ALTINOK’ u da hayata katar, hem de siyasi hayatın ta dibine indirirdik. Ondaki bilgi ve birikimin peşine düşer, ortaya çıkarmak için çaba gösterirdik. Hadi son olarak bu duruma da bir ad koyalım ve son verelim yazımıza.

“İNSANDAN VAZGEÇEN HAYATI ÇEKİLMEZ HALE GETİRİR…”

Ey insan, önce kendinden vazgeçme, sonra hiç kimseden. Saygılar.


Avatar
Adınız
Yorum Gönder
Kalan Karakter:
Yorumunuz onaylanmak üzere yöneticiye iletilmiştir.×
Dikkat! Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, müstehcen, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.

banner83

banner26