İlçemiz Kızılcahamam eşraflarından kasap Ali Can'ın torunu, Kızılcahamam Lisesi'ne emeği geçen öğretmenlerimizden Fatma Cansu'nun kızı, Kızılcahamam Lisesi mezunu Hemşehrimiz Rehber Psikolojik danışman ve Yazar Özgür Zeynep Özümtürk'ün keyifle okuyacağınıza inandığımız, içimizden karakterleri yansıtan ilk kitabı GÜLCAN ‘ın tanıtımını yaparak siz okurlarımıza duyurmuştuk.
Hemşehrimiz Rehber Psikolojik danışman ve Yazar Özgür Zeynep Özümtürk istifadenize sunacağı yazılarını bundan böyle haber sitemiz aracılığı ile sizler için yazacak.
Yazarımız Özgür Zeynep Özümtürk’in ilk yazısı;
KADIN CİNAYETLERİ VE ARTAN ŞİDDET OLAYLARI ÜZERİNE
Fatma Akkaya, Tuğba Ekiz, Elif Özden Uzun, Şeyma Sarı, Dilek Öksüz, Filiz Sarı, Nazan Kırkgöz, Habibe Çevik…. Liste böylece sürüp gidiyor. Bu isimler tanıdık geldi mi? Pek çoğunuzun “hayır” dediğini duyar gibi oluyorum. O halde bu uzun listeye şöyle devam edelim; Şule Çet, Özgecan Aslan, Ceren Özdemir, Güleda Cankel, Emine Bulut, Ceren Damar Şenel,… Bu isimler daha yakın, daha tanıdık gelmiştir muhtemelen. Kısa bir süre sonra sadece birer isimden öteye bir şey ifade etmeyecek, anlamını yitirip, belleklerimizden kaybolacak harf öbekleri… Gün be gün aşina olduğumuz, peşi sıra birer hikaye sürükleyen; ancak haber değeri olmadığında hikayesinin ederini de kaybeden, sessiz kahramanlar. Anamız, bacımız, karımız, kızımız,…yaşamımıza şefkat ve merhamet cihetinden dokunmuş narin bedenler, sözsüz yürekler…
İçişleri Bakanımız Süleyman Soylu 2019 un ilk 11 ayında 318 kadının cinayete kurban gittiğini açıkladı. Kadına yönelik aile içi şiddet olaylarının ise yüzde 80’ inin bildirilmediğini söyledi. Kısacası tüm benzer toplumsal sorunlarda olduğu gibi, birkaç gün süren ateşli bir veryansın furyasından sonra gelecek olan şey; sessizlik… yahut öğrenilmiş çaresizlik. Cinayet zanlılarının profiline baktığımızda gördüğümüz tablo ise aşağı yukarı birbirine benzer. Tipik psikolojik denge ve uyumu bozulmuş insan profili. Burada aklıma Ahmet Hamdi Tanpınar’ın;
“Cahilsin, okur öğrenirsin.Gerisin, ilerlersin.Adam yok, yetiştirirsin.Paran yok, kazanırsın.Her şeyin bir çaresi vardır….Fakat insan bozuldu mu, bunun çaresi yoktur.” Söylemindeki gerçeklik takılıp kalıyor.
Hangi ara insanlar bu kadar bozuldu bilemedim. Oysa ki kızı odaya girdiğinde saygısından ayağa kalkan bir peygamberin ümmeti, Kağan’ın kararının, Hatun da karara katılmadıkça geçerli sayılmadığı bir neslin devamı, Mustafa Kemal Atatürk gibi; kadına sahip olduğu değeri, medeniyeti kendine has bilmiş, Avrupalı, sözde medeni pek çok ulustan önce verip, yaşatmış bir liderin izleyicileri olan bizlerin, gelmesi gereken nokta bu olmamalı. Tarihin her döneminde, her ulusun içerisinde, ruh sağlığından yana bazı ciddi sıkıntıları olan bireyler elbette ki olmuştur. Toplumlar, kendince kaideleri, müeyyideleri ve yapısına uygun belirlediği geleneksel yöntemleri ile bununla baş etmeye çalışmışlardır. Ancak günümüzdeki gerçekliğin beni dehşete düşüren yanı; vaka sayısı, insanların aldırmazlığı, ceza-i müeyyidelerin yeniden yapılandırılması gerekliliği falan değil. Beni asıl dehşete düşüren; insanın yaradılış yapısının, bu kadar değişime uğrayıp dejenere olması.Yani insanın, öfke ve kızgınlıklarının, yeni ifade tarzının vahşet içerikli davranışlar olması. Karşısındakinin de bir insan olduğunu algılayamayıp; istediği şeyleri elde edemediğinde saldırıya geçen, vahşi bir hayvanın hissiyatına dönük davranması. Dahası, bunun kimi zümrelerce kabul edilebilir algılanıp, hatta onaylanıp, ahlaksal nedenlere dayandırılmaya çalışılması. Bu dejenerasyonun elbette ki oldukça farklı nedenleri ve boyutları var. Ben de bir kadın ve bir anne olarak; ister istemez bu durumun kendi cephemden görünen yüzünü daha net görebiliyorum.
Nadir durumlar dışında, hiçbir çocuk dünyaya bozulmuş bir insan adayı olarak gelmez. Ya da başka bir deyişle; her çocuk dünyaya kendince bir potansiyel ve bu potansiyele eşlik edecek bir uyum ve denge kabiliyeti ile gelir. Yetiştiği koşulların da etkisiyle, bazı yönleri törpülenip, bazı yönleri gelişerek; belli bir yaşa geldiğinde her yönüyle orijinal bir kişiliğe bürünür. Ancak yine de gelişim ve değişim durmamıştır, devam etmektedir. Bu gelişim, değişim ve varolan potansiyelin işlenmesi sürecinde zaman zaman değişik faktörlerden kaynaklanan olumsuzluklar oluşabilir. Örneğin birey travmatik bir yaşantı geçirebilir, ebeveynlerinden birini ya da her ikisini kaybedebilir yahut şiddet görerek büyümek zorunda kalabilir… Bu olumsuzluklar ise baş etme becerileri yetersiz kaldığında, çoğu zaman ortaya bozulmuş bireyler çıkarır. Bir insanın gelişim süreci boyunca ona ilk ve en çok etki eden içerisine doğduğu ailedir. Aileden sonra sosyal çevre ve eğitim süreci gelir. Bazen sürecin bir bölümünde yaşanan bir sıkıntı, diğerinde tolore edilebilir. Mesela sorunlu bir aileye doğan bir çocuğun bundan aldığı hasar, eğitim sürecinde düzeltilebilir. Bazen de talihsizlikler ardı ardına gelir, çocuğun aldığı hasar büyüyebilir ve durum patolojik hale gelebilir. Yani insanı insan yapan benlikteki; uyum, denge ve iyilik hali bozulabilir. Son dönemlerde işin patolojik boyutunun oldukça büyüdüğü aşikar. Bunda etki eden o kadar çok faktör var ki. Ancak bence bu faktörlerin en önemlisi; insan yetiştirmeye dair değerlerimizi kaybediyor oluşumuz. Ait olduğumuz kültürün değerlerinden kendimizi uzaklaştırmaya çalışıp; başka kültürlerin pedogojik yöntemlerini sorgusuz sualsiz alıyoruz. Bu değerleri uygulamaya çalışıyor olmamız bir yana; evlatlarımızı da, daha iyi olduğuna inandırıldığımız ancak bize hiç uygun olmayan bu değerlerle büyütmeye çalışıyoruz. Bizim asırlardır varolan pedogojik yaklaşımlarımız şevkat ve merhamet temellidir. Oysa çoğu aile de gözlemlediğim çocuk yetiştirme kültürü, artık çok daha farklı değerleri temel alıyor. Ebeveynler bunu elbette ki çocuklarına kötülük olsun diye yapmıyor, hatta çok doğru davrandıkları inancındalar. Her kes en güzel, en başarılı, en zeki, en sosyal, en özgüvenli, en bilmem ne çocuğa sahip olmaya çalışıyor. Bunu yaparken de hiç kimse çocuğunun mutlu, doyumlu, huzurlu, … olup olmadığıyla ilgilenmiyor. Sadece kendi çocuğu adına ben bilinciyle istedikçe istiyor. Ancak bir toplumdaki bireylerin huzuru ve mutluluğu, barış ve dayanışma içerisinde yaşamaları biz bilinci geliştirmiş olmalarından kaynaklanır. Biz bilinci ise; diğerlerini anlama, sevme, kabullenme ve saygı duyma,… sonucu şekillenir. Sonuçta ne oluyor peki? Bu başkalarının isteklerine aldırmadan en lerde yaşayıp her istediğini almış çocuklar, gelip diğerlerinin başına bela oluyor. Onların hayatlarını ve seçimlerini görmemeye başlıyor. Diğerleri ile yarışarak büyütülen bu çocuklar; kaybettiklerini düşündükleri anda ise; zorbalaşıp, saldırganlaşıyor. Özellikle de karşısındaki kendinden fiziksel olarak daha zayıf ya da güçsüzse. Bir de toplumda kendi inançlarını besleyen ve kabul gören gruplar ve düşüncelere sahip bireylerin varlığını fark ederlerse; duygularını çok daha güçlü yaşayabiliyorlar.
Şimdi soruyorum sizlere? Son günlerde bulunduğunuz çevrede kabul edilen değerler, hiçbir ayrım yapmadan, tüm insanlık adına güzel şeyler getirecek değerler mi? Yoksa daha fiziksel güçten ve maddi üstünlükten beslenen değerler mi? Örneğin izlediğimiz dizilerdeki karakterler uyumlu ve dengeli mi, yoksa şiddete dönük ve fiziksel güce önem veren bireyler mi? Yahut medya yoluyla bize dikte edilen yaşam standartları nasıl? Villalar, konaklar,son model arabalar, şirketler...v.s. mi yoksa nohut oda bakla sofa ama huzuru, mutluluğu ve uyumu çağrıştıran nüanslara sahip mekanlar mı? Biz değişiyoruz, biz başkalaşıyoruz, biz bilmediğimiz anlamadığımız bir şeye dönüşüp, kendimize yabancılaşıyoruz. Çünkü esasında sindiremedik. Neyi mi sindiremedik? Bize dayatılan bireysel, benci, maddeden beslenip büyüyen insan tasvirini yuttuk ama sindiremedik. İnsanımızın tabiatına uyumsuz olan ve ağır gelen tüm bu değerleri sindiremedik. Merhametli, sevgi dolu, barışçıl, yardımsever doğamızı, muhteviyatımızı bozduk. Tanpınar’ın korktuğu şey oldu. İnsanımız bozulmaya başladı. Eğer insan yetiştirme usullerimizde ve eğitim sistemimizde; elbette ki yeniliklerden de dem alarak kendimize özgü usullerimizi geliştiremezsek, insanımıza emperyalizmin dikte ettiği değerlerin bilerek ve bilmeyerek aracısı olmasına sebep olan, medya kurumlarımız için yeni standartlar belirleyemezsek, çocuklarımızın, gençlerimizin örnek olarak azim, başarı, sevgi, saygı, merhamet, yardımseverlik, anlayış,….gibi insana yakışır değerlere sahip kişilerden etkilenmesi amacıyla bilinçli karakter geliştirme programlarımızı oluşturamazsak, dahası tüm bunları ulusal bilinç geliştirme temelli hale getiremezsek; bu dejenerasyonun gölgesinde sadece kadına yönelik şiddet değil, pek çok sorun yaşayacağımız gün gibi aşikar.