K O M P A R T I M A N
“ Hayatı kompartımanlara ayırmak, insanı insanlıktan kopartmaktır…”
Hayat yolcu treni değil ki vagonları, kompartımanları olsun… Her ne kadar yolcu trenlerinde vagonlar arasında daracık kapılar var ve isteyen yolcu bu kapılardan bir başka vagona veya kompartımana geçebiliyor olsa da. Verilen hizmet, konfor ve rahatlık bakımından kompartımanlar arasında ücret farkından doğan sınıflandırma mevcutsa; bu durumda vagonlar veya kompartımanlar arasında var olan bu geçişler ne işe yarar ki… Yolcular her vagona geçebilir, her kompartımana girilebilir ama aldığı bilet hangi sınıf kompartıman için geçerliyse o bölümde oturabilir, o kompartımana tahsis edilen hizmet, konfor ve rahatlıktan yararlanabilir.
İşte, hayatı kompartımanlara ayırmakta böyle bir şeydir; hepimiz aynı hayatı yaşar, aynı havayı solur, aynı şehrin sokaklarında dolaşır, kimlik olarak aynı devletin vatandaşı olarak tanınır ve biliniriz; aynı yolun yolcusu olduğumuz da ortadadır. Lakin hangi kompartımana dâhilsek gördüğümüz itibar, saygınlık, hürmet ve verilen hizmet o kadardır; öteye geçmez… Sınıf ve zümre ayrımcılığı da değildir bu; alınan bilete ödenen ücret bu ayrımcılığı bir hayat geçeği olarak getirip koymuştur önümüze.
Eşitlik, adalet, hak ve özgürlük adı altında sunulan kavramlar kuru ve geçersiz birer laftır bu hakikat karşısında… Sadece teskin eder insanları, teselli verir, rahatlatır ve umutları diri tutar.
Yasalarda haklar tek, tek sayılmış olsa ne olur, özgürlüklerin sınırları her dönem gözden geçirilse, son haddine kadar genişletilse ne çıkar; insan hangi kompartımana dâhilse oradaki konfor ve hizmetten faydalanır, o sınıfa tanınan hak ve özgürlükten istifade edebilir, gördüğümüz itibar, hürmet ve saygınlık da ödediği ücret kadardır.
Bu hepimizin birebir yaşadığı, görünen, bilinen ama pek umursanmayan, fark edilen ama itiraz edilemeyen, üzerinde düşünülen ama soru haline getirilmeyen, inkârı olmayan ama izahı da yapılmayan oldukça girift, yamuk ve çapraşık bir yapıdır… Bu muğlâk, hatta müphem yapıyla insanlar arasında ayrımcılık yapılır ama bu ayrımı ortadan kaldıracak, aradaki mesafeyi kapacak, giderek büyüyen bu kopukluğu bütünleştirecek bir yol, bir çare de aranmaz; işin kötüsü arayanlar da ayrımcılık yapmakla suçlanır.
Hayat nasıl kompartımanlara ayrılır veya ayrılmaya çalışılmıştır; Batı Medeniyeti bilim, teknik ve teknolojik gelişmede ilerlerken, bu gelişmeleri mantıksal bir zemine oturmak için kavramlarını da kendi anlayışı içinde geliştirmiş, içini de kendi mantık ve dünya görüşüyle sıkı sıkıya doldurmayı başarmıştır.
Önce kendi toplumsal hayatında uygulamıştır bu ayrımcılığı, sonra insanlık âlemine dayatmış, kabullendirmiş ve hayata da ikame etmeye çalışmıştır. Kendi toplumsal hayatına nasıl ve ne şekilde uyguladığına girmeyeceğim ama diğer toplumlar için geliştirdiği ve uygulamaya koyduğu bu dayatma ve stratejik çalışmayı her geçen gün geliştirerek sürdürmekte; sürdürmeye de devam ettirmekte kararlı görünmektedir; bakın nasıl…
Batılı bir yazarın şu görüşü ne kadar ilginçtir; bu kompartıman ayrımına, bu acımasız dayatma ve stratejik çalışmaya da apaçık delil teşkil eder.
“ Bizim medeniyetimiz bilgi üzerine kurulmuştur; bilgi bize kolay ve kısa yoldan serveti getirmiştir. Edindiğimiz serveti korumak ve daha çok büyütmek içinde mecburen şiddeti seçmek zorunda kaldık. Bilgiye dayalı buluş ve icatlarla serveti büyütüyor, silah gücü ve stratejik akıla önem vererek gelişme ve etkinliğimizi tamamlıyoruz…”
Medeniyet adı altında kurulan bu yapıyı geometrik şekil olarak üçgene benzetiyor bu yazar; tepeye bilgiyi koyuyor, üçgenin alt iki köşesinin bir yanına serveti, diğer yanında şiddeti yerleştiriyor.
“ Batı medeniyeti korkular üzerine inşa edilmiştir; bu korku onları bilgiye yönlendirmiş, edindikleri bilgi ve bu bilginin getirdiği buluş, icat ve silah gücüyle kendilerini korumaya almışlardır. Bu koruma onlara zaman içinde üstünlük sağlamış, güçlendirmiş ve etkin hale getirmiştir. Gelişmemiş olarak nitelendirdikleri diğer medeniyetleri ötekileştirerek yeni ve farklı bir kavram geliştirmişler ve medeniyetlerini de bu kavram üzerine inşa etmişlerdir. Ötekileştirdikleri medeniyetlerin boş bıraktığı bilgi, gelişme ve kültür alanlarını da edindikleri bilgiyi kullanarak önce siyasi olarak, sonra stratejik akıl yoluyla, daha sonra silah gücünü devreye sokarak doldurmuşlar; sundukları buluş ve teknolojik icatlarla servetlerini büyütmüşlerdir. Böylelikle güçlenmişler, üstünlük ve etkinliklerini artırmışlar, kültürlerini de diğer toplumlara acımasızca dayatmışlardır. Geldikleri yeri muhafaza etmek içinde şiddeti tercih ederek insanlığın umudunu kırmış ve de huzurunu kaçırmışlardır.”
Bu görüşe yakın söylem ve itirafları okumakta mümkün. Anlaşılıyor ki; Batı Medeniyeti kendinden olmayanı ötekileştiriyor; yani ötekiler ve berikiler ayrımcılığını yapıyor… Beriki kendinden olan, öteki karşısına aldığı… Dikkat edin, karşısında olan değil, karşısına aldığı; kendi iradesi ve tercihiyle karşısına alıyor…
Oysa karşısına aldığı medeniyet asırlarca bilginin sorumluluğunu omuzlayan olmuştu; bu sorumluluk bildiğini bilmeyene öğretmek, bilmediğini de öğrenme sorumluluğuydu. Çok ağır bir sorumluluktu bu; zaman içinde terk edildi, daha sonra unutuldu ve kaybedildi…
Yüce Allah(c.c.)Kur’ an-ı Kerim’ de buyuruyor ki: “ Biz sizi bir erkek, bir dişiden yarattık ve birbirinizle tanışasınız diye milletlere, kabilelere ayırdık. Haberiniz olsun ki, Allah katında en şerefliniz, en takvalı olanınızdır. Muhakkak ki Allah, bilendir, her şeyden haberdardır.” (Hucurat 13)
Bu ilahi buyruk üzerine inşa edilen bir medeniyette öteki kavramı yoktur; öteki yoksa beriki olur mu? Olmaz elbet…
Ama Yüce Allah bir diğer ayetinde: “ Hiç bilenlerle, bilmeyenler bir olur mu? ” diyor ve bilenlerden olmayı ima yoluyla emrediyor… Bilenlerle, bilmeyenlerin bir olmadığı ortada ve yaşıyoruz… Ama arada uygulama farkı var ve sonuçta ortada…
Batı medeniyeti bu ayet mealini doğru okumuş olmalı, işine geldiği gibi anladığı da kesin; dünyevi çıkarlarına uygun olarak hayata tatbik ettiği ve etmeye de devam edeceği ortada; ortadaki manzara bunu gösteriyor.
Berikiler kompartımanına bilenleri, yani kendi milletini ve kabilesini koymuştur. Ayetteki tanışma tavsiyesini önce savaşmak olarak anlamış ve uygulamış; ne var ki, birebir savaşta kendi de maddi ve manevi zarar gördüğü için, stratejik aklını kullanarak bu kez bilmeyenleri kendi arasında savaştırma yolunu tercih etmiş ve denemiştir: Başardı demek yerine Ortadoğu’ ya bakmak yeterli…
En acımazsız tavrı ise; bilmenin sorumluluğunu üstlenmek şöyle dursun, bilmeyeni bilmediği için sorumlu tutmuş, aşağılamış, ötekileştirerek lüzumsuz hale getirmiş ve değersizleştirmiştir.
Bilenlerle bilmeyenler bir olmaz ama böyle bir bilgiyle elde edilen gelişmişlik de zorbalıktan başka bir şey olamaz... Ortaya konulan bu stratejik zorbalıkla da medeniyet kurulmaz; hadi kuruldu diyelim adalet ve merhamet yoksunudur. Bilim soyguncu olur, teknik ve teknolojik gelişmeler zulüm aracı haline gelir, güzellik ve estetik insana küser, asli vasfını yitirir, şekil ve biçim bozukluğuna uğrar. Hak incinir, hakikat doğal olmaktan çıkar, uyum yerine uyumsuzluğu ve huzursuzluğu taşır hayata…
Batı medeniyetinin hayatı vagonlara, kompartımanlara ayırarak; sosyal hayat, siyasi hayat, ticari hayat gibi içi boş ama dışı süslü kavramlar halinde uygulamaya koyması bir başka ucube, bir başka ayrımcılık şeklidir.
Kompartıman ayrımı bununla sınırlı kalsa iyi, devlet hayatı, dini hayat, aile hayatı, özel hayat adı altında bir sürü daha ayrımcılık yapılır. Daha başka kavramlar da var hayatı kompartımanlara ayıran; kamusal alan, sosyal alan gibi…
Sonra hak ve özgürlükleri tanımlanmıştır; düşünce ve düşünceyi ifade özgürlüğü, basın özgürlüğü, seyahat özgürlüğü gibi.
Bu ayrımlar üzerinde birazcık düşünürsek: Sanki sosyal hayat toplumun bir başka köşesinde yaşanıyor da, siyasi hayatla hiçbir bağı yok… Ticari hayatta bir başka kıyıda varlığını sürdürüyor da, sosyal hayatla bağını kesmiş… Böyle bir algı taşıyor bu kavramlar.
Aile hayatı, toplum hayatının en sağlıklı hücresi değilmiş de, toplumun dışında bir yerde duruyormuş; hiçbir bağı ve bağlantısı yokmuş ve tek başına sürdürülen bir hayat şekliymiş gibi takdim ediliyor.
Aile fertlerinin birey haline getirilmesi ise bir başka faciadır; özel hayat kılıfı içinde, bireylerin özgür olması ve diledikleri gibi hareket etmesi ne demek; aile birliğini bozmaktan başka ne işe yarar ki… Aile birliğinin bozulması demek cemiyet hayatının paramparça olması demektir ki, bu algı insanı insanlıktan koparır.
Aileler, fertler arasındaki güçlü sevgi, saygı ve hürmetle bir arada durur, kaynaşır ve bütünleşir. Sağlıklı ve sağlam ailelerin oluşturduğu cemiyet hayatı, millet olmanın tek yolu ve yöntemidir.
Lafı fazla uzatmadan, Batı Medeniyetinin bu son hali ve bu anlamsız dayatmaları içler acısıdır; çünkü kurduğu sistem güç ve çıkar üzerinedir. Bilgiyi bu kadar acımasız kullanışı bugün için geçer akçe olabilir ama hayatı bu kadar tahrip edişinin, insanı kendinden ve insanlıktan koparışının bir bedeli mutlaka vardır ve olacaktır. İlahi sistem zulme süre verir ama ilânihaye müsaade etmez.
Biz ne yapacağız; bilmediğimizi kabullenip, bize tahsis edilen kompartımanda uslu çocuklar gibi oturacak mıyız? Yoksa bilmek için rahatımızı bozacak ve dün insanlık lehine kurduğumuz medeniyeti tekrar hayata mı taşıyacağız.
Bilmek için rahatımızı bozacağız ve Batı Medeniyetinin bilgi eksenli gelişmesine karşı, ilim boyutlu bir aklı inşa edeceğiz. Onlar önce bilgiyi, sonra bilgiyle gelen serveti seçmiş olsunlar; biz ilmi seçmeliyiz ve ilmin getirdiği merhameti tercih etmeliyiz. Yine onlar edindikleri serveti korumak için şiddeti hayata taşımış olsunlar; biz bunun karşına adaleti koymalıyız ki, zulmün korku dolu girişim ve çırpınışları bu duvara çarpsın ve parçalansın.
Bizim üçgenimizin tepesinde İlim, alt iki köşesinde ise merhamet ve adalet olmalı…
Hayatı kompartımanlara ayırmadan; bilmenin sorumluluğunu taşıyan ve bilmeyene anlatan olmak bize yakışır. Çünkü bizim dinimiz tevhidi emreder; tebliğ etmeyi de görev olarak önümüze koyar. Tevhit parçaları birleştirmek, tebliğ bilmeyene hakikati sunmaktır.
Saygılarımla… 13 Ekim 2016