“ Hükümdar acele hüküm vermez; gider, görür, anlar ve öyle hüküm verir…”
Genç kız suratlı kâtip gayet hürmetkâr, gülümseyen bir yüz ve masmavi gözlerle Hükümdara döndü ve sırada bekleyen kişi hakkında bilgi verdi:
“ Hükümdarım… Sırada GÖNLÜBOL kasabasına bağlı GÜLERYÜZ köyünden bir ulak var. Çok önemli haberler getirdiğini söylemiş; gecikmemeli diye ısrar etmiş. Hükümdarımızın hemen öğrenmesinde fayda var diye de diretmiş, acil olduğunu beyan etmiş.”
Sesi oldukça kibardı ama üslubu oldukça değişik ve kendine özgüydü. Vezir üslubu dışında severdi bu çocuk yüzlü kâtibi; her zaman yaptığı gibi yine yüzünü buruşturdu o konuşurken. Nasıl bir anlatım şekliydi bu; ‘gecikmemeli diye ısrar etmiş, öğrenmesinde fayda var diye de diretmiş, acil olduğunu beyan etmiş’ elinde olsa başka bir göreve atardı bu çocuk yüzlü, mavi gözlü kâtibi.
Hükümdar kaç gündür rahatsızdı, önce bir üşüme girmişti vücuduna, sonra ateş basmıştı; o günde kırılıp dökülüyordu her bir yanı. Sabahtan beri vatandaşların dertlerini, şikâyetlerini, sorunlarını dinliyordu; yorulmuş ve bitkin düşmüştü ama ulak da bekletilmezdi ki.
“ Gelsin…” dedi bezgin ve kırık bir sesle.
Ulak iki büklüm girdi içeri, saygıda kusur etme korkusu ve endişesiyle çekingen ve ürkek ilerledi. Bacaklarının titrediğini vezir dâhil orada bulunan herkes fark etti, belli belirsiz gülüşmeler oldu. Hükümdar hastalığından olacak ne ulağın haline bakabildi doğru dürüst, ne gülüşmeleri işitti. Önce hapşırdı, sonra kesik, kesik öksürdü…
“ Nedir önemli haberin, ne olup, bitti köyünde. De bakalım, anlat tek, tek…” Dedi yumuşak fakat buyurgan sesiyle tonuyla. Bir yandan da fersiz ve bezgin nazarlarla sevgiyle süzdü genç ulağı.
Hükümdara kaş altından şöyle bir baktı ulak; son gördüğüyle bugünkü halini istem dışı kıyaslamaya koyuldu… Hayli kilo almış gibi geldi, göbeği ne kadar büyümüştü böyle, yüzü de daha bir ablak mı olmuştu ne. Saçları seyrekleşmiş, sakalındaki aklar daha bir çoğalmıştı. Sesi de bir tuhaftı, genizden geliyordu. Sonra Hükümdar böyle hapşırır, öksürür mü diye geçirdi içinden, gülmemek için zor tuttu kendisini. Nereden geldiği belli olmayan bu tuhaf düşüncelerle zihni karışmış ve unutup gitmişti ne diyeceğini.
“ Hükümdarım…” dedi ve durdu, yutkundu; ne diyecekti yahu…
“ Hükümdarım…” diye tekrarladı, “ …bizim köye, yabancı akşamüstü…” sesi heyecandan titriyor, telaştan söyleyecekleri birbirine karışıyordu; gülüşmeler çoğaldı o sıra.
Hükümdar ağrıyan başına, kırılıp dökülen vücuduna rağmen bu heyecanlı ulağı dinlemek istiyordu. Ah şu acemilik…
“ Heyecanlanma… Hele biraz daha yaklaş… Ben seni önceden de görmüş gibiyim, hiç çıktın mı huzuruma…” diye sordu. Etrafına da sert bakışlar fırlatmayı ihmal etmedi; kızmıştı gülüşmelere. Ulak iki adım attı ve durdu.
“ Köy yetkilisi ile iki kere gelmiştim…”
“ Ha…” dedi Hükümdar “ Tamam şimdi hatırladım, rahat ol anlat bakalım neymiş önemli haberlerin, ne olup, bitti köyünüz de…”
Bu karşılıklı konuşmayla rahatlayan ulak anlatmaya başladı:
‘ Bir akşamüstü at üstünde yarı baygın yaralı bir adamın çıkıp geldiğini, köy yetkilisi ile Şifacının alıp misafirhaneye götürdüklerini, Şifacının başından ayrılmadığını, yarasına merhemler sürdüğünü, ot kaynatıp içirdiğini… O güne kadar bu adamı gören, bilen, tanıyan hiç kimsenin olmadığını, giyiminin kuşamının, atının koşum, eyer ve heybesinin kendi yörelerine ait izler ve motifler taşımadığını… Yaralının baygın yatarken durmadan vurun, sağ koymayın, öldürün diye sayıkladığını… Birkaç gün içinde azıcık kendine geldiğini ve konuşmaya başladığını… Yanına girip çıkanların anlattığına göre sözlerinin kırıcı, bakışlarının kıyıcı olduğunu… Bu arada köyü bir merak sardığını, köy yetkilisinin Nimet Hala’ ya akıl danışmak için gittiğini, Nimet Hala’nın hemen Hükümdara haber uçurun, heybesini de bir yoklayın neyi var, neyi yok bir öğrenin tavsiyesinde bulunduğunu… Seyis Ali’nin emanet olarak ahırda sakladığı heybeyi şöyle bir yokladığını, gözlerinde torbalar ve birde hançer olduğunu, torbaları hafifçe salladığını, duyduğu sesi altın olarak tahmin ettiğini, bunu da önce köy yetkilisine söylediğini, sonra orada burada konuştuğunu… Bu söylentinin hemen yayıldığını, merakın artığını, şüphenin herkesi zelzele gibi salladığını… Köy yetkilisinin emri üzerine hemen yola çıktığını…’
Sayıp döktü tek, tek; öyle güzel ve düzgün anlattı ki, önce kendi şaşırdı kendi haline, sonra o gülenler, gülümseyenler şaştı kaldı.
Hükümdar ulağın konuşmasından hayli memnun olmuştu olmasına ama anlattıklarından da bir o kadar kaygı duymuş ve etkilenmişti.
“ Demek GÜLERYÜZ köyünde bunlar yaşandı, haber vermeniz iyi oldu…” Konuşulanları kayıt altına alan kâtiplere döndü “ Tek kelime atlamadan yazın bunları, bizde daha sonra toplanıp istişare edelim, ne yapacağımıza o zaman karar veririz.”
Vezirle göz, göze geldiler, vezir uygundur anlamında başını salladı. Ulak açılmıştı bir kere, üç gün süren yolculuk sırasında yaşadıklarını, gördüklerini, duyduklarını da anlatmak istiyordu.
“ Hükümdarım eğer müsaadeniz olursa, size iletmem gereken bazı şeyler daha var.”
Hükümdar ağrıyan başına, sızlayan kol ve bacaklarına rağmen yinede dinlemek istedi bu genç ve heyecanlı ulağı.
“ Kısa olsun ama sırada bekleyenler var…” dedi demesine ama bekleyen olup olmadığını da bilmiyordu; acaba yok muydu? Genç kız yüzlü kâtip önündeki listeye baktı, yine bir gülümseme yayıldı yüzüne ama bir şey de demedi.
“ Hükümdarım… Yolda birlikte yemek yediğimi bir ihtiyar bana şunları söyledi:
‘ Köyünüze gelen eşkıyadır, eşkıyalık huy değil, alışkanlıktır; huy değişir belki, eşkıyalık asla…’ Belki bu ihtiyarın dedikleri de işinize yarar. Birde bana nereye gidiyorsun diye sormuştu, bende her zaman yaptığım gibi ŞEHRİHUZUR’ a demedim de ‘Payitahta’ dedim; nedense ‘payitaht’ demek hoşuma gider. O bana ‘ Bahtına sahip çık oğul; bahtına sahip çıkanların payitahtı olur’ diye karşılık verdi ve size de bunları anlatmamı tembih etti. Yine HOŞGÖRÜ kasabasına doğru gelirken, her zaman karşılaştığım yaşlı çobanla konuştum; onun da söyledikleri var ve bana çok önemli gibi geldi; söylemem lazım. O yaşlı çoban da dedi ki ‘ Barış korkaktır, naziktir, zayıftır; çabuk kaçar, kolay darılır, hemen kırılır… Barış en güçlü ordudur ama bu orduyu savaşı bilen güçlü ordular korur; huzur ve güven de aynıdır. Adaleti haklıyı bilen Hükümdarlar sağlar, huzur ve güveni de cesur yürekler tesis eder.’ O yaşlı çoban da bunları söyledi ve size iletmemi istedi… Hele şu söyledikler var ya aklıma girdi ve çıkmadı; ‘ Dağda kurt varsa sürüyü koruyacak köpek şarttır. Sürüyü köpek korur ama o sürüyü güdecek birde akıllı, bilgili ve tecrübeli çoban gerekir’ diye bana akıl verdi bu yaşlı çoban… Aklımda bu kadar tutabildim, eksiğim gediğim olabilir, kusuruma bakmayın…”
Hükümdardan önce vezir tokat yemiş gibi sarsıldı, kızardı bozardı, eli ayağı buz kesti. Gırtlağına bir şey gelip tıkandı, bir süre nefes alıp vermekte zorluk çekti, yutkunup durdu. Hükümdarın durumu da vezirden farklı değildi; belli etmemeye çalışsa da berbat ve perişan olmuştu. İşittikleri akıl dünyasını altüst ederken, diğer yandan da hastalık kırıp geçiriyordu her bir yanını. İki kâtip donup kalmıştı, bakakaldılar ulağın yüzüne. Ortalığı kontrol eden iri kıyım görevli ne yapacağını şaşırmış, bakınıp durmaktaydı etrafına; sanki bulundukları salonu eşkıyalar basacak, öylesine afallamış ve tedirgindi.
Vezir kendisini biraz toparladıktan sonra Hükümdarın kulağına eğilerek yavaşça bir şeyler söyledi; Hükümdar onu dikkatlice dinledikten sonra ulağa dönerek:
“ Getirdiğin haber çok önemli, bilgiler ise çok değerli. Sen yorgunsundur, görevliler seni misafirhaneye götürsün, dinlen kendine gel. Bizde kendi aramızda istişare edelim; ne yapacağımıza sonra karar veririz. Hükümdar acele karar vermez; gider, görür, anlar ve öyle hüküm verir.”
İri kıyım görevli hemen kapıya koştu, dışarıda bekleyen görevlilerden birini içeri çağırdı. Görevli saygıyla içeri girdi ve ulağın yanına gelerek onu dışarıya davet etti. Gelen görevli eşliğinde dışarı çıkarken hala durumu kavramış değildi ulak; ona göre çok güzel konuşmuş, getirdiği haberi eksiksiz anlatmış, tembihlenen sözleri de aklında kaldığı ve dilinin döndüğünce iletmişti Hükümdara. Neden ortalık birden buz kesmiş, sert ve soğuk rüzgârlar esmişti ki… Acaba kendisine mi öyle gelmişti: Yok canım niye öyle gelsin ki; vezirin alı al moru mor olmuştu, hele Hükümdar tokat yemiş gibi sarsılmıştı son söyledikleri karşısında.
Koluna giren görevliyle birlikte Hükümdarın oturduğu evden ayrılıp misafirhaneye giderken yaşlı adamla, yaşlı çobanın sözlerini tekrar, tekrar zihninden geçirdi, evirdi çevirdi ama bu sözlerden neden rahatsızlık duyulduğuna akıl erdiremedi: ‘Aman sende… Bana öyle gelmişti.’ Diyerek misafirhanede yiyeceği yemekleri düşünmeye başladı.
Hayat tek bir yerde yaşanmaz ki; aynı anda değişik yerlerde, değişik şekil ve şartlarda da yaşanmaya devam eder.
BAŞIBOZUK namıyla ünlenmiş eşkıya, onun katil ve soyguncu sürüsü; Kara Malik’in üzerlerine kâbus gibi çöken ordusu tarafından mağlup edilip, kılıçtan geçirileceği sırada, o keskin zekâsını kullanmış, Kara Malik’in ordusunun yarıdan fazlasını altın vaadiyle kendi tarafına çekmeyi ve savaşı kendi lehine çevirmeyi başarmıştı. Bu onun için büyük bir zafer, müthiş bir sevinç ve gurur kaynağıydı. Barındığı kayalığın en yüksek ve ulaşılmaz yerinde bulunan büyük mağarada keyif çatıyor, dumanı mağara ağzından oluk, oluk çıkan ateşte çete üyelerine kuzu çevirtiyor, kurulan sofraları kontrol ediyor ve durmadan şen kahkahalar atıyordu.
Şürekasını yok olmaktan kurtardığı gibi, savaşmayı bilen bir sürü adam katılmıştı kendi saflarına. Kara Malik yaralanmış ve kaçmış, sadık adamı Hüdaverdi bir avuç askerle geri çekilmek zorunda kalmıştı. Altın vadiyle kendi tarafına geçen askerlere iki teklif sunmuştu sonraki günlerde; ya benimle kalın, bundan sonra elde edeceğimiz ganimetlerde hak sahibi olun, ya da Kara Malik’in bırakıp kaçtığı ganimet ve altınları aranızda paylaşın ve geldiğiniz yere geri dönün. Kara Malik’ e ihanet ederek, onun yenilemesine, yaralanmasına sebep olanlar bu iki teklifi karşısında şaşırmışlar, hayali hüsrana uğramışlardı. BAŞIBOZUK çok kötü kandırmıştı kendilerini, lakin vakit çoktan geçmiş, gün kavuşmuştu.
BAŞIBOZUK’ un birinci teklifi size altın falan yok, bizimle birlikte eşkıya olun demekti; ikinci teklif ise sizin olanı size veriyorum alın paylaşın. Oysa onlar kese, kese altın ummuşlar, nice hayaller kurarak saf değiştirmişlerdi. Çaresiz kalan küçük bir azınlık kalmayı seçmişti, ne gidecek yerleri vardı, ne uyduracak bahaneleri. Arta kalan çoğunluk ise kalmak ölmekten beter, bizim olanı bari kaçırmayalım diyerek ayrılmaya karar vermişlerdi. Bazı bahaneler uydurarak önce Hüdaverdi’yi, sonra hükümdarı kandıracaklarını umuyorlardı.
BAŞIBOZUK ve onun şürekası için değişen bir şey yoktu; gelen ağamdı onlar için, giden paşam…
Çok büyük bir badire atlatmışlar, ecelin kıyısından dönmüşlerdi. Artık ne yaşlı ve titrek Hükümdar Molla Duran yeni bir orduyla üzerlerine gelebilirdi, ne yaralanan ve kendini dağlara vuran Kara Malik eski gücünü tekrar kazanabilir, halkın karşısına çıkabilirdi. Hem nereye gitmişti o; belki de GİDENGELMEZ’ in ıssız bir köşesinde gebermiş, yem olmuştu kurda kuşa.
Gün sevinme ve eğlenme günüydü, yeme içme ve keyiflenme günüydü; işte sığındı mağarada böyle bir günü kutluyordu BAŞIBOZUK.
(Devam edecek)