HÜKÜMDAR VE EŞKIYA…
( 4. Bölüm )
“ Bahtına sahip çık oğul!.. Bahtına sahip çıkanların Payitahtı olur…”
Yaşlı çoban kulübesinde olmazdı günün o vakti, etrafta da görünmüyordu. Ulak bulunduğu tepecikten önünde uzayan geniş ve verimli ovayı seyretti bir müddet. Ovanın ortasından kıvrıla, kıvrıla akan ırmağın, gözünü kamaştıran güneş ışıklarıyla oynaşmasına baktı, ortaya çıkan kımıltılara, pırıltılara her zamanki gibi hayran oldu ve dalıp gitti. Her gelişinde aynı yerde durur ve bakardı bu uçsuz bucaksız gibi görünen geniş manzaraya. Ovanın derinliklerine doğru inen ve uzayıp giden toprak yola revan olacağı sırada.
“ Hoş geldin oğul… Bana mı baktın.”
Dalgın ve kamaşmış gözlerini ovuşturarak sesin geldiği yöne döndü, güz mevsimine uygun hafiften yaprakları sararmaya yüz tutmuş çalıların arasında oturmaktaydı yaşlı çoban, zor zahmet görebildi.
Köy yetkilisi ile ŞEHRİHUZUR’ a gidiş dönüşlerinde birkaç kere uğramışlardı yanına; bazen bir yudum su içip ayrılmışlar, bazen oturup azıklarını paylamışlar ve koyu sohbetlere dalmışlardı.
Ulak biraz daha dikkatlice bakındı etrafına; o gün görünürde yoktu, hep yaşlı çobanın çevresinde otlardı koyun sürüsü. Gelmeyeli çalılık hayli gürleşmiş ve genişlemişti, sırtını yasladığı tepenin yamaçlarını gizliyordu uzayan kolları. Yaşlı çobanın güttüğü koyunlar bu yamaçta otluyordu; sonunda fark etti. Bakımlı ve besili oldukları uzaktan bile belli oluyordu, gıptayla göz gezdirdi. Sayısı çok fazla değildi ama kendisinin de koyunları vardı ama bu kadar bakımlı değillerdi, hayıflanır gibi oldu; yinede: “ Maşallah…” dedi içinden…
Hoş sohbet bir adamdı yaşlı çoban; ilkbahardan güz sonuna kadar tek başına yaşıyordu bu dağ başındaki küçük kulübesinde. Aylara yayılan yalnızlığını sahip olduğu koyunlarıyla konuşarak, gelip giden yolcularla sohbet ederek gidermeye çalıştığını söylemişti ilk uğradıklarında. Duyduğu her yabancı ses bir nimetmiş onun için; gitmek, görmek ve tanımak istediği her ülkeye, her şehre ve köye götürürmüş o sesler kendisini. Oturup konuşma fırsatı bulduğu her yolcuyla birlikte kolay ve zahmetsizce seyahat eder, bilmediği yerlere kısa yoldan gider, bilmediği şeyleri kulaktan öğreniverirmiş… Anlatılan her şeyi hemen gözünde canlandırabildiğini söylemişti, böyle bir yeteneği varmış. Adım, adım gezer, dolaşırmış anlatılan her yeri, her bölgeyi, her köşeyi; böyle tanıtmış, böyle tarif etmeye çalışmıştı kendisini o ilk tanışmada.
Gerçekten çok meraklı biriydi yaşlı çoban; her şeyi sorar, en ince detayına kadar öğrenmeye çalışırdı. Bilmediği ama merak ettiği her şeyi iğneden ipliğe soruşturur, gitmek isteyip de gidemediği her yerin köşe bucak anlatılmasını ister, üşenmez can kulağıyla dinlerdi.
‘ İnsan kulağından beslenir ’ sözüne inanır ve duyduğu her şeyi karakalem resim gibi önce zihninde şekillendirir, sonra anlatanın ifade gücüne uygun belirgin hale getirerek anlatım sırasına göre özenle istiflerdi hafızasına. Sonraki günlerde bu karakalem resmi istediği gibi boyar, daha renkli ve görkemli hale getirirdi. Güz bitip kış yaklaştığında sürüsüyle birlikte köye iner, hayalinde netleştirdiği bu manzarayı gidip görmüş, sokaklarında gezip tozmuş gibi bıkmadan anlatırdı ağzı açık dinleyen köylülerine. Bu huy ve kabiliyetini söylemekten büyük keyif alır, övünürdü kendince…
Velhasıl bu dağ başında yalnızlığıyla güçlenmiş, yaşadıklarıyla tecrübe kazanmış, gelip gidenden duyduklarıyla bilgi sahibi olmuş, kurduğu hayallerle zihnini ve hafızasını güçlendirmiş ve hayatla hemhal olmuş içten, dost canlısı, konuşkan bir adamdı yaşlı çoban…
Yaşlı çobanın bu yaşanmışlığa dayanan tecrübesi, bu duyumlara bağlı bilgisi, bu güçlü hayalperestliği ve konuşkanlığı düşünüldüğünde, yeni gelen ulak onun için bulunmaz bir nimet, günlerdir bekleyip durduğu müjdeli bir haberdi. Nimetten nasiplenmemek, müjdeli haberi de sahibinden dinlememek olmazdı. O da öyle yaptı, ilerlemiş yaşına rağmen çevik adımlarla iniverdi ulağın geçip gitmek için hareketlendiği yola.
“ Gel hele gözümün nuru, yalnızlığımın sesi, aklımın nasibi, beklediğim haberlerin elcisi; iki laf etmeden geçip gitme…”
Ulak atını kulübenin hemen üzerindeki tepecikten aşağı sürdü; çobanın elini öpmek, hayır duasını almak istiyordu. Atından indi, yuları kulübenin yan tarafında çalılarla çevrilmiş avlunun kenarındaki kuru erik dalına bağladı ve çobanın eline saygıyla uzandı. Öptü, alnına koydu eklem yerleri kirden kabuk bağlamış, çatlak ve nasırlı eli. Anasının eli de aynen böyleydi; nasırlı, çatlak ve kirli…
“ Bizim elimiz nasırlıdır yüreğimiz değil, bizim elimiz çatlaktır kafamız değil, bizim elimiz kirlidir gönlümüz değil…” dediği de aklına geliverdi o an ve tekrar öptü tuttuğu eli. İki günde özleyivermişti anacığını.
Çoban, onun ikinci kez elinin öpülüşüne hayret etmedi, yaş itibariyle kaybettiği veya özlediği birileri aklına düşmüş olabilir diye düşündü; olurdu böyle şeyler.
“ Eli öpülecek adam olursun İnşallah; elin ekmek tutar, dilin doğruyu söyler, gönlün layığını sever…” diye söylendi ulağı alnından öpmeden önce. Sonra irkilerek durdu: “ Sen evli değildin, öyle kalmış aklımda… Evliyim deme duam boşa gider sonra…” diye de kısacık bir kahkaha attı.
Ulak yok manasında başını salladı; henüz yeni nişanlanmış, gönül verdiğiyle evlilik hayali kurmakta, düğün hazırlığı yapmaktaydı. Üstelemedi yaşlı çoban.
“ Yine ŞEHRİHUZUR’ a mı yolculuk, umarım dert keder yoktur…”
“ Hem var, hem yok…” diye söylendi ulak…
Yaşlı çoban ulağın gözlerine aklından geçenleri okumak istercesine keskin ve inceden baktı, dikkatlice süzdü ve inceledi.
“ Ulak götürdüğü haberi sahibine söyler ama yıllardır barış içindeyiz, huzur ve güven havamız, suyumuz ekmeğimiz oldu… Sır kalmadı ki saklansın, saklı kalmadı ki saklayan olsun, kötü haber kalmadı ki sahibine söylensin, yayılmasın, duyulmasın… De hele oğul, diline geleni yutma, yuttuğun karnında büyür…”
Hemen gevşedi ulak, damara girmesini, başa göre tarak vurmasını biliyordu yaşlı çoban.
“ Bir akşamüstü, hava kararmaya az kalmıştı, at üzerinde yaralı ve yarı baygın bir yabancı çıkıp geldi köyümüze… Bildik, tanıdık biri değildi, ne giyim kuşamı bize benziyordu, ne atının koşumu, eyeri ve üzerindeki heybe… Her şeyi yabandı ve de bize yabancı… Aldık misafirhaneye götürdük; adamın omzunda bir yara ki görme… Derin ve boydan boya… Kılıç yarası diyende oldu, mızrak yarası diyende. Adam birkaç gün baygın yattı, Şifacı başını bekledi, sardı sarmaladı, merhemler sürdü, ot kaynattı içirmeye uğraştı. Sonunda biraz toparlandı ve kendinse geldi; köy yetkilisi Nimet Hala’ya gitti, danıştı… O Hükümdara haber ulaştırın demiş. Hatta demiş ki; ‘Uykuda sağ kalmaktan, uyanık ölmesi yeğdir.’ İki gündür yoldayım anlayacağın, bu haberi Hükümdara bildirmeye gidiyorum emmi.” Diye kısadan anlatıverdi dilinin uçuna kadar geleni.
“ Nereden geldiğini sormadınız mı? Kimmiş, neyin nesiymiş… Kim bu hale getirmiş…” dedi yaşlı çoban düşünceler içinde.
“ En çok köy yetkilisi ile Şifacı girip çıktı yanına, onlarda yeri zamanı değildir diyerek sormaktan çekinmişler. Adamın sözleri kırıcı, bakışları kıyıcıymış… Anlattıklarına göre hep sayıklamış durmuş baygın yatarken; ‘ Vurun, öldürün, sağ koymayın…’ diye. Acele yola çıkarılışım biraz da bu yüzden…”
Yaşlı çoban kafasını kaşıyarak kulübeye girdi, dışarı çıktığında elinde toprak testi ile iki bakır tas vardı, birde dudaklarında hoş bir gülümseme.
“ Sana soğuk ayran içireyim, hem yorgunluğunu alır, hem korkunu bastırır…”
Ulak alındı bu sözden, yüzü ekşidi:
“ Ne korkusu emmi, ne zamandan beri ulaklar korkak oldu… Bunca yolu korkaklar nasıl arşınlar hiç düşündün mü?”
Ayranı tasa doldururken güldü yaşlı çoban:
“ Alınganlık, korkaklıktan da beter bir huydur; kork ama alıngan olma… Korku hayata tedbiri getirir ama alınganlık kendi içine büzülmektir; kendi içine büzülen korkak değil ödlektir… Aman ha…”
Dolu ayran tasını ulağa uzattı; o gün çalkaladığı taze ayranı lıkır, lıkır içişine keyifle baktı.
“ Birde veren ol oğul, sakın alan olma… Verenin verdikçe vereceği artar. Almaya alışan hep verecek birilerini arar; veren gün gelir vermeyiverir, bekler durur almaya alışan. Veren birilerini beklemektense sen veren ol, vereceklerini bekleyen hep birileri olsun. Vereceğim biter diye korkma; verecek hiçbir şey bulamazsan selam verirsin, daha olmadı sevgini, muhabbetini, dostluğunu verirsin… Daha da ötesi gönlünü verirsin, gönlünü verdikçe hasretin artar, hasretini çektiğine ömrünü verirsin…”
Ulak boşalan ayran tasını ağzı yarı açık uzattı yaşlı çobana; ilk defa duyduğu bu sözler aklını karıştırmıştı: Aksakallı bu yaşlı çoban neler söylüyordu böyle. İkinci ayranı bu şaşkınlık içinde içti fakat içtiğini fark etmedi bile. Yaşlı çoban bir tas da kendisine doldurdu ve koyun sürüsünü işaret ederek.
“ Koyunların arasındaki köpekleri görüyor musun?” diye sordu. Ulak hiç dikkat etmemişti koyunların arasında köpeklerin de olduğuna.
“ Şimdi fark ettim, iki tane değil mi?”
“ Evet…” dedi yaşlı çoban. “ Kurt olmazsa köpeğe ihtiyaç yoktur, sürü olmazsa çobana da… Ben kendimi bildim bileli bu dağlardayım, kurda çok koyun kaptırdım ama çok kurdu da köpeklerim boğdu. Kurdun kaptığı koyun kısmetiydi, köpeklerimin boğduğu kurdun da eceli gelmişti. Demem şudur ki, ne kurt keyfi saldırmıştır sürüme, ne köpeklerime keyfi kurt boğdurmuşumdur.
Hayat ihtiyaçlar üzerine kurulmuştur senin anlayacağın. Hükümdarımızın rahmetli babası çok çile çekti barışı sağlamak, huzur yaymak ve güveni tesis etmek için. Nice savaşlara girdi, nice badireler atlattı, nice ölümler gördü, acılara gark oldu. Şimdiki Hükümdarımıza barışı, huzuru ve güveni emanet bıraktı. Haddime düşmez ama bu hükümdar: ‘ Barış en büyük ve en güçlü ordudur…’ dedi, orduyu dağıttı. Yerine hizmet üreten devlet görevlilerini getirdi. Adaletle hükmetti, korumalarını tasfiye etti, halkın içine indi halk gibi yaşamaya başladı; kötü mü etti… Hayır, bin kere hayır. Ama oğul, barış korkaktır, naziktir, zayıftır… En ufak bir tehlike karşısında kaçar, darılır ve kırılır… Huzur ve güven de aynen öyledir. İşte, köyünüze yaralı, yarı baygın bir yabancı geldi, haliniz nice oldu. Korku yüreklere düşünce hükümdara haber uçurmak için alelacele seni ulak tayin etmişler. Koskoca köy yaralı bir adamdan korkmuş, ürkmüş ve çekinmiş… Barış, huzur ve güven böyledir işte; güçlü olacaksın ki barışı koruyasın, huzuru bozana karşı koyasın, güveni sağlam ve kavi tutasın. Güç adaletle dengelenecek ki, korkutan değil, koruyan olasın, huzuru bozan değil güçlendiren olasın, güveni ihlal eden değil tesis eden olasın.”
Ulağın elindeki bakır tası çekip aldı; gözlerine düşen öfkeyi silmeye çalışarak koyunlarına çevirdi bakışlarını. Sevgiyle, dostça seyretti bir süre.
“ İçtin iki tas ayranı, aldın nasihati var şimdi yoluna git oğul… HOŞGÖRÜ kasabasına benden selam götür, belki bir soran, bir merak eden olur…”
Ulak eline uzandı, usulca çekip öptü; yaşlı çobanda onu alnından bir baba şefkatiyle öptü…
“ Var git yoluna, geciktirme haberi, geciken haber küflenmiş ekmeğe benzer, köpekler bile yemez.” Durdu, ovanın derinliklerine dikti bakışlarını.
“ Hükümdara deki, barışı güçlü ordular korur, adaleti haklıyı bilen hükümdar sağlar, güveni cesur yürekler tesis eder.”
Atına sessizce atlayan ve uzaklaşan ulağın ardından seslendi:
“ Unutma dediklerimi, aynen aklında tut ve çekinmeden söyle…”
“ Nasıl unuturum, nal gibi çaktın aklıma…” diye karşılık verdi ulak.
(Devam edecek…)
neden kitap yuklü merkepler denirdi anlamazdım.
şimdi anladımki çok okuyup, çok düşünen, yazanlarda doğruyu bulma konusunda şaşırabiliyorlarmış..
bazen cahil olmak daha iyi galiba....
neden sorgulamıyoruz bazı şeyleri...
neden korkuyoruz gerçeklerle yüzyüze gelmekten
keşke kitap yüklü merkep olaydım da okuma meraklı birilerine o kitapları taşısaydım... kendi kimliğini gizleyen gerçeklerle yüzleşmekten bahsediyor; garip... kızılcahamam' da bir cahil var o da benim, çünkü aptalca şeyler yazıp durmaktayım senelerce. yinede bu arkadaşa teşekkür ediyorum, üşenmemiş bir yorum yazmış... yorum aslında önemsemektir, beğenmek olmasa da.