HÜKÜMDAR VE EŞKIYA…
( 12. Bölüm )
“ Dikkatli ol BAŞIBOZUK; dağda kurulan dostluk, bağda kolay bozulur...”
GİDENGELMEZ’ in sarp yamaçlarına tırmanırken yol kenarındaki çıkıntılara, dar geçitlerden geçerken sivri kayalara, sık ağaçların arasından sıyrılırken dala budağa çarpan, sürtünen ve bu yüzden ağzı yüzü eğri büğrü olmuş koca bakır tencereyi güçlü parmaklarıyla düzeltmeye çalıştı SIRTUTAN. Çekiştirdi, genişletti, deliği var mı diye ateşe tuttu ve inceledi.
Daha sonra kir pas içindeki torbadan çıkardığı kavurma topaklarını küçük parçalara bölerek koydu içine. Yeni köz dökmüş harlı ocağa konulur konulmaz yağı hemen erimeye başlamıştı kavurmanın. Çok geçmeden de kokusu dağ yamaçlarından süzülüp gelen akşam yeline karışarak önce burunlara ulaştı, sonra aç midelere öylesine bir çağrıda bulundu ki; ellerin uzanmasını beklemeden az kalsın mideler ağızlardan çıkarak ve düşecekti tencereye; öylesine sabırsız… Ekmeklerde ısıtılıyordu ateşin köz düşmüş kenarlarında, hafifçe yananlar oluyordu; yanık ekmek kokusu da karışıverince yayılan et kokusuna; demeyin gitsin…
SIRTUTAN’ ın ‘Hadi buyurun’ demesini bile bekleyen olmadı; daha doğrusu bekleyemediler… Toplam yedi kişiden oluşuyordu iki gündür dağ tepe dolaşan arama, tarama ekibi; hepsi birden toplanıp gelmişti yanan ocağın başına.
Kıvama gelen kavurma tenceresini ateşten alan SIRTUTAN sofra niyetiyle temizlenen küçük alana koyar koymaz, yedisi birden hışımla çöktü üzerine. Isınınca yumuşayan ekmekler bölündü sabırsız ellerde, ekmek dilimleri kaşık yapıldı ve bandırıldı tencereye. Öylesine iştahla yenildi ki, nefesler tutulmuş ağız şapırtısı yankılanır olmuştu dağın ıssız yamaçlarında. Kavurmanın sonu bir solukta kaybolup gitmişti ezik büzük tencereden.
Doymayanlar gevremiş ekmekleri yedi arkasından; dağ yamaçlarından akan buz gibi sularla dolu kırbalardan da su içildi doyasıya.
“ Ye eti, iç suyu donarsa, donsun; ye tatlıyı içme suyu yanarsa yansın… Birde tatlı olsaydı deme gitsin…” diye söylendi göbeğini kaşıyan BAŞIBOZUK. Gülüşmeler oldu.
Doymuşlardı, mideler doyunca günün yorgunluğu uyku olup köy basan eşkıya gibi çökmüştü göz kapaklarını. BAŞIBOZUK çoktan kıvrılıp uzanmıştı ateşin hemen kıyısına.
“ Aman ateş sönmesin… Sabaha kadar harlayın, sırayla da nöbet tutun, ne olur ne olmaz…” tembihini yapmayı da unutmamıştı.
KESKİNBIÇAK ile NEMKAPAN’ ı takibine alan SIRTUTAN, yemek sırasında ve sonrasında gözlerini ikisinin üzerinden hiç ayırmamıştı. Ne olup bittiğini kestiremiyordu ama duyduklarıyla sezgileri bir araya gelmiş; dikkatli olmasını fısıldayıp duruyordu kulağına.
Yemekten sonra birbirlerine çok fazla yaklaşmamışlar, kafa kafaya verip konuşmamaya dikkat etmişlerdi ama bakışlarıyla anlaştıkları, belli etmeseler de bazı şeyleri gizliden paylaştıkları da dikkatinden kaçmamıştı.
Bir yolunu bulup yanlarına sokulmayı ve ağızlarından bir iki laf kapmayı denedi. Etraflarında şöyle bir dolaştıktan sonra selam verip yanlarına çöktü.
“ Bugünlük karınlarımızı doyurduk, sabaha da bir parça tereyağı ile birazcık peynir var. Lakin akşama elde bir şey kalmıyor; mutlaka bir köy bulmalıyız.”
Köy bulmalıyız demesi kastendi, bakalım ne cevap vereceklerdi.
“ Karın doyurması kolay ” dedi KESKİNBIÇAK, “ Salarız şu üç tüysüz oğlanı tavşan, keklik, geyik, keçi ne bulurlarsa avlar getirirler. Dağ taş hayvan dolu ama köy bulma işi biraz zor. GİDENGELMEZ’ de yolunu kaybettin mi sonun geldi demektir. Önce yolumuzu bulmalıyız…”
NEMKAPAN huyu gereği hemen uçuklanmıştı; SIRTUTAN’ ın hal ve tavrını okumaya çalıştı. Yanan ateşin bulanık aydınlığında yüz hatlarını inceledi, derinden bakmaya çalıştı gözlerine.
“ Neden bize soruyorsun, atın GÜZELCE ile iz süren sensin; köyü bulmak sana düşmez mi?” dedi tedirgin olmuş ve bunu açıkça ortaya koyan ses tonuyla.
“ Haklısın ama işler tahmin ettiğim gibi gitmiyor; GÜZELCE aygır kokusunu mu alamadı, yoksa Kara Malik buralardan mı geçmedi tam bilemiyorum. Sonra ben mutlaka kokuyu alır ve peşi sıra gider diye bir şey söylemedim; bir ihtimal dedim. BAŞIBOZUK da ikide bir üstüme geliyor zaten, adımı değiştirecekmişim; YOLBULAMAYAN olsunmuş…” Sesi kızgın ve kırgın bir tınıdaydı bunları söylerken… “ Birde sen çatma NEMKAPAN… Kafam karma karışık…”
Biraz rahatlar gibi oldu NEMKAPAN ama yinede kuşkuluydu; BAŞIBOZUK’ un tek dostu ve sırdaşıydı SIRTUTAN. Öyle kolay vazgeçecek, çarçabuk kırılacak, darılacak biri de değildi hani.
“ Sende iz sürmekten, yol aramaktan çekil arkadaş… Kim bulacaksa o geçsin başa… Bak biz KESKİNBIÇAK’ la hiçbir şeye karışmıyoruz; önde kim varsa onu takip ediyoruz…”
“ Yani diyorsun ki Eşkıya başı kimse o geçsin öne, o bulsun yolu…”
“ Hayır…” diyerek serteldi NEMKAPAN “ Bilen kimse o geçsin demeye getirdim, lafı çarpıtma…”
“ Yahu, bileni bilmeyeni mi var; dördümüzün dışında üç de çaylak var… Siz öne geçmiyorsunuz, bana da dolaylı olarak sende geçme diyorsun… BAŞIBOZUK içinde yan çiziyorsun, peki üç çaylaklardan biri mi geçsin yol bulmak için öne… Bunu mu demek istiyorsun…”
“ Benim aklım kendime yetmiyor, hele sabah ola hayrola…” diyerek yaslandığı taşın dibine sokuldu, kıvrılıp yattı NEMKAPAN.
KESKİNBIÇAK dişsiz ağzını gösterircesine esnedi arka arkaya, SIRTUTAN anladı ki hadi git diyordu dolaylı olarak.
“ Doğrusu da bu, sabah ola hayrola…”
Arkasına bakmadan ayrıldı ama aklı da KESKİNBIÇAK ile NEMKAPAN da kalmıştı: anlayamadığı bir şeyler dönüyordu ama neydi?
Ateşin başına geçerken düşünceler içindeydi, harlı ateşin yalımlarına gözlerini dikti ve dalıp gitti bir müddet. Yılları dağlarda, mağaralarda, kaygılar ve korkular içinde gelip geçmişti; köy basmışlar, yol kesmişler, can yakmışlardı. Her şeyin bir sonu olduğu gibi eşkıyalığın da mutlaka bir sonu vardı; ya bir mızrak saplanacaktı göğüslerine, ya bir kılıç kesecekti boyunlarını, ya bir ok saplanacaktı sırtlarına ve bitecekti hayatları. Kimin elinde olacaktı o mızrak, kim sallayacaktı o kılıcı, kim fırlatacaktı o oku hiçte önemli değildi; su testisi suyolunda kırılacaktı.
Ayakların ateşten tarafa uzatmış yatıyordu BAŞIBOZUK; çoktan uyumuştu. Keşke: “ Dikkatli ol BAŞIBOZUK; dağda dostluk kurduğun, bağda kolayca düşman olur…” diyebilseydim diye hayıflandı SIRTUTAN… Sabah ola hayrola demekle, sabahlar hayrolmuyordu ki; geceler nelere gebeydi.
Bakışları BAŞIBOZUK’ da düşünmeye başladı; mert biriydi, sözünü kimseden çekmez, gözünü budaktan esirgemezdi; çocukluk arkadaşıydı, severdi, sayardı kendisini. Uğradığı bir haksızlık üzerine çıkmıştı dağlara, arkasından ilk gelen de SIRTUTAN olmuştu. Hey gidi günler hey…
Zihni çok gerilere kaydı, BAŞIBOZUK’ la aralarında yalnızca ay farkı olduğunu söylerdi annesi. O yaz ayında dünyaya gelmişti, kendisi güz başında. Anaları bir araya geldi mi hep bu lafları ederlerdi başka laf bulamamışlar gibi. BAŞIBOZUK akşamüzeri doğmuştu, kendisi sabahın ilk ışıklarında… BAŞIBOZUK’ un anası damda sancılanmıştı, kendi anası ocak başında… Güldü, kadınlar hep böyleydi, hep bunları duymuştu delikanlı oluncaya kadar.
BAŞIBOZUK çocukken de güçlü kuvvetliydi, köyde dövmedik erkek çocuk, ağlatmadık kız bırakmamıştı. Bir tek kendisine dokunmamıştı her nedense; hep böyle oldu ve hep böyle kaldı.
BAŞIBOZUK’ un nasıl dağa çıktığını hatırlamaya çalıştı; aklında kaldığı kadarıyla bir tarla meselesi çıkmıştı yakın akrabalarından birisiyle aralarında. BAŞIBOZUK’ un çocukluktan kurtulup delikanlılığa geçtiği sıralar olmalıydı; o yakın akrabalarıyla yan yanaydı tarlaları. Bu iki verimli tarlanın üst başında taşlık boş bir arazi varmış, BAŞIBOZUK o araziye dikmiş gözünü. Babasına burasının taşını temizlemeyi, üzerindeki ağaç ve çalılıklardan kurtarmayı, tarla haline getirerek kendi tarlalarına katmayı önermiş bir gün; babası da bir mahzur görmemiş.
“ Ekinleri biçelim, güzü kaldıralım, sonra nasıl biliyorsan öyle yap…” demiş boynunu bükerek. Biçilen buğdaylar önce harmana, harmandan çeç haline getirilip ambara girdikten sonra BAŞIBOZUK vakit geçirmeden, elde kürek kazma hemen bu taşlık boş araziye koşmuş; taşlarını tek, tek sökmüş, ağaçları kesmiş, çalıları temizlemiş, ot ve kökleri ayıklamış. Kazmış, sürmüş ve havalandırmış o bereket yüklü toprağı.
Güz sonu gelince, tekrar sürmüş, tohum atmış tarla haline getirdiği bu boş araziye. Kimseden ses soluk çıkmamış, karışan ve görüşen de olmamış o vakte kadar.
O kışı SIRTUTAN’ da hatırlıyordu, adam boyu kar yağmıştı, kar bereketi taşır toprağa. Bahar ekinler öylesine yeşermişti ki, deme gitsin. Bu durumu gören yakın akraba birden kudurmuş; kendisine sorulmadan neden sürülmüş ve ekilmişti tarlasının üst başındaki bu boş arazi. Kızılca kıyameti koparmıştı ama BAŞIBOZUK’ dan da çekindiklerinden olacak, kavgaya dövüşe cesaret edememişlerdi. Sonraları araya komşulardan girenler olmuş, ayıp sayıp demişler ve soğutmuşlar aradaki harareti.
Fakat karşı tarafın oğlu bu işi hazmedememiş, hele güz sonu gelip ekinler biçilmeye başlayınca, ortaya çıkan buğday yığınlarının çokluğu bu hazımsızlığı hat safhaya ulaştırmış. Hısımlık o an bitmiş, buğday yığınları harmana taşınmaya başladığı an hasımlığa dönüşmüş. Kavga ve dövüşte zararlı çıkacağını bilen SIRIK MEMET, çok başka ve can yakıcı bir plan kurmuş o an. Yakın arkadaşı olan CİNSALİ’ ye de açar bu planını. Plan oldukça basittir ama kurnazca ve can yakıcıdır.
Her yıl olduğu gibi BAŞIBOZUK kış gelmeden kasabaya inmeye karar vermiş ve SIRTUTAN’ a da birlikte gitmeyi teklif etmişti. Evin kışlık erzakı alınacak, üst baş görecekti kasabadan. Evlenme hazırlığı yapan kız kardeşinin birçok eksiği vardır, kış boşluğunda onları tamamlamak istemekteydi Zehra. Bunları da vakit geçirmeden almak istiyordu. Kasabada akrabaları da vardı, birkaç günde onlarda kalmak ve hasret gidermekte iyi olurdu. SIRTUTAN’ ın babası razı olmamıştı bu teklife, kasabada akrabalarının olmadığını, bir başkasının evinde kalmayı da uygun görmediğini söyleyerek izin vermemişti. Eksiklerini bir kâğıda yazarak BAŞIBOZUK’ vermek daha uygun olur demiş ve öyle de yapmıştı SIRTUTAN.
Hafif yağmurlu bir sabah yola çıktım diye anlatmıştı BAŞIBOZUK, dün gibi hatırımda diye de ilave etmişti. Gençlik işte demişti, güçlü kuvvetli olana yağmur kar vız gelir. Atının terkisine attığı geniş heybeye anası tahrana, bulgur, nane, kekik gibi kasabalı akrabalarına köyden gidecek bazı hediyeler koymayı ihmal etmediğini söylemişti dertleştikleri bir gün.
SIRIK MEMET in kurduğu plan BAŞIBOZUK’ un yola koyulmasıyla uygulamaya geçmişti; CİNSALİ uğurlayanlar arasına katılmış ve kasabadan getirmesi için bir şeyler sipariş etmiş ve kaç gün sonra döneceğini öğrenmişti o arada…
“ Niye soruyorsun” demesin diye de siparişlerini yiyecek üzerine hazırlamıştı; bayatlayacak ve bozulacak şeyler olursa dikkati çekmezdi. Kasaba ekmeği istemişti, hiç simit yemediğini söylemiş ve gelirken almasını tembih etmişti. Helva da alıp getirirse çok sevinecekti mesela. Bir miktar para vermek istemişse de BAŞIBOZUK almamış, gelince hesaplaşırız demişti. Bu arada on günden önce dönmeyeceğini de öğrenmişti CİNSALİ…
Ertesi gün yağmur dinmiş, havada tek bulut kalmamıştı. Güneş tepsi gibi tepelerinde hem gülümsüyor, hem de evde oturmayın iş tutun diyordu. Zehra çalışkan bir kızdı, ufak tefek olmasına rağmen her işe koşar, layıkıyla da yapar bitirirdi. “ Ana bugün babam odun yapmaya gidiyor, bende bahçeye insem, elmaları armutları toplayıp getirsem…” derken başına gelecekleri nereden bilsin. “ Olur…” demişti anası, gerçi her yıl BAŞIBOZUK toplar getirirdi ama ne olacak üç beş dalın meyvesi bir torba bile etmezdi. Çarçabuk toplar, yüklenir getirirdi.
CİNSALİ sabahın ilk ışıklarıyla oturmuştu BAŞIBOZUK’ ların evlerini tam karşısına… Köy meydanın en kuytu yeriydi gizlendiği köşe. Zehra elinde torba evden çıkar çıkmaz SIRIK MEMET’ e koştu; iki kafadar hiç kimseye çaktırmadan takibe koyuldular Zehra’yı.
Meyve bahçeleri köyün dışında, küçük bir tepenin ardındaydı. Zehra yolda arkadaşlarından biriyle karşılaştı, şakalaştılar, gülüştüler. CİNSALİ seviyordu bu kızı ama bir başkasıyla nişanlanmıştı onun istetmesine fırsat kalmadan. Zehra’nın ara sıra kendisini süzdüğünü, kaçamak bakışlarla takip ettiğini de fark etmiyor değildi ama artık olan olmuş, kuş elden uçmuştu. Çoğu zaman içine bir sızı düşüyordu erken davranmadığı için, titriyordu yüreği. Ne ki, iş işten geçmiş SIRIK MEMET’ in planı işlemeye başlamıştı, yanma yakılma zamanı değildi.
Zehra şen şakrak ayrıldı kız arkadaşından. Tepeyi dolanan köy yolunu takip ederek gözden kaybolduğunda, SIRIK MEMET ile CİNSALİ de onu gözden kaçırmadan tepenin diğer tarafından bahçelerin bulunduğu alana inmişlerdi.
Gün yükselmişti, hava gayet güzeldi; kuş cıvıltılarından başka ses yoktu etrafta. Zehra doğruca bahçelerinin bulunduğu tarafa geçti, sarsak tahta kapıyı zorlanmadan açarak girdi içeri. Elmaların çürük olanları dökülmüştü ağaç diplerine, önce onları toparladı bir kenara. Sonra erişebildiği elmaları dalları kırmadan toplamaya başladı. Bir yandan da kısık sesle türkü söylüyordu:
“ Mendili işle yolla… İşle gümüşle yolla… İçine üç elma koy… Birini dişle yolla…”
( Devam edecek…)