Delisiz köy, şairsiz şehir olmaz…”
Rahmetli annem anlatırdı; benim henüz dünyada olmadığım yıllar… 1940 lı yılların sonu. Kızılcaköy’ e Ankara’dan üç misafir gelir; ana, baba ve oğul…
Sözün tam burasında şunu yazmadan edemem, sanılmasın ki etrafınızda ilgisiz gibi dolaşan, oyun oynayan, kardeş veya arkadaşlarıyla didişen çocuklar biz anne ve babaları dinlemesinler, konuştuklarını anlamasınlar; eş, dost, ola ki arkadaşlarla edilen sohbetlere kulak vermesinler.
Dünya kulağıyla dinlemiyor olsalar bile, o küçücük yaşta, ruh kulağıyla her konuşulanı dinliyor, anlıyor ve hafızalarına kaydediyor olmalılar ki, anlatacaklarım bunun bir kanıtı: Nasıl mı?
Derin, karanlık ama huzur dolu bir kuyudan su çeker gibiyim: Hafızamın ajandasında kayıtlı değil bu bilgiler, sanki o gün kulak vermeden dinlediklerini anlatan küçük, saf bir çocuğun cılız sesi yankılanıyor kulaklarımda. Henüz cümle kurmakta zorlanıyor, dili dolaşıyor, telaffuzunu anlamakta güçlük çekiyorum bu yüzden.
Annem kime anlatmıştı bunları, kaç yaşında dinlemiştim bu anlatılanları, nasıl hatırımda kalmış bilmiyorum; ruhumdan gelen bir çınlama, belki de yankılanma; sadece bundan eminim.
Çeltikçi yolu yeni açılmıştı o yıllarda, hatırlıyor annem; çünkü babam da çalışmış o yol yapımında. Marangozluğu da bu yol yapımı sırasında öğrenmiş zaten; dozer, kepçe ne gezer, metal el arabaları bile yokmuş o zaman diliminde. Ahşap el arabalarıyla taşınırmış kazılan toprak. Çabuk bozulurmuş bu el arabaları; yol yapımını üstlenen şirketin ustabaşı olarak görevlendirdiği kişi babama vermiş bu tamirat işini.
Kızılcaköy’ ün yolu yapılmış mıydı, o günkü ulaşım araçları gelip gidiyor muydu köye tam hatırlayamadığını söylüyordu rahmetli annem.
İlk defa o gün kravatlı iki adam görmüş, hem babanın, hem de oğlun boynunda varmış kravat. Niye boyunlarına bu yular gibi şeyi takmışlar diye çokça düşünmüş ve de gülmüş.
Acaba köy ilkokulu yapılmamış mıydı, yapılmışsa bir öğretmen yok muydu köyde; öğretmenler de kravat takar çünkü. Kravatlı öğretmeni görmüşse niye garipsemişti gelen kravatlı adamları. Acaba diyordu, köy halkı tarafından yadırganmamak için kravat takmıyor olabilir miydi öğretmen; olabilir diye söylenmişti, çokça da akıllıca bulmuştu eğer hâl böyleyse… “Ahali ne der sonra…”
Gelen bu üç kişi uzak akraba olduklarını sonradan öğrendikleri bir komşuya misafir olmuşlar. Köy kadınları dudakları boyalı bu şehir kadınını görmek için akın, akın bu evin yolunu tutmuş ertesi gün. Hoş geldiniz bahane, maksat dudaktaki boyayı görmek, nasıl bir şey olduğunu anlamak. Annem niye gitmesin…
O dudağı boyalı kadın kalabalığın fazlalaştığı bir an etrafındaki kadınlara döner ve öyle bir laf eder ki, herkes şaşırır kalır:
“Bacılar bizim geliş sebebimiz şu, oğlum askerden geleli bir yıl oldu; devlet memur olarak da işe başladı. Maaşı da gayet iyi, içkisi, sigarası, kötü bir alışkanlığı da yok. Hem bizim, hem de kendi isteğidir; eşinin köy kızı olması… Bu yüzden misafir olduk köyünüze. Yani oğlumuza kız arıyoruz.”
Köyde kız çok diyordu annem, sürüsüne bereket; evde çeşitli yaşlarda beş kızı olan tek aile de bizimkiymiş. İki kızının yaşı çok küçükmüş ama iki kızım evlilik çağına çoktan girmişti diyordu annem, birisi de girmek üzere.
Dudağı boyalı şehirli kadın devamla:
“Deli dolu olan, düğünlerde oynayan, akranları arasında güzel türkü söyleyen bir kız arıyoruz; varsa böyle bir kız Allah’ın emri, Peygamberimizin kavliyle talibiz… Var mı böyle bir kız… Dedim ya üç şartımız var; bu kız deli dolu olacak, düğünlerde oynayacak, akranları arasında güzel türkü okuyacak…”
Herkes birbirine bakar, önce uzun ve kımıltısız bir sessizlik çöker ortalığa, sonra kıs, kıs gülüşmeler olur kadınlar arası… Daha sonra ilkbaharda kavak yapraklarında oynayan seher yeli gibi anlaşılmayan bir fısıltı; birkaç düdüklü tencere bir anda kaynıyor sanki…
“Deli dolu olacakmış… Deliden gelin mi olurmuş, deli bu kadın…”
“Köçek mi yapacak ne, düğünlerde iyi oynayan arıyor… Düğünlerde oynayandan gelin mi olurmuş, köçek olur be…”
“Kız kardeş bir bak… Güzel türkü okuyan arıyor, bu boyalı kadın gelin aramıyor, niyeti başka bunun…”
Yoğun ve bitmeyen fısıltılardan dudağı boyalı kadın payına düşeni almış olacak ki: “Beni yanlış anladınız herhalde… Ben gerçekten gelinim olacak kız arıyorum, boş yere korkmayın hemen. İlerde neden böyle bir kız aradığımı anlarsınız.”
Dudağı boyalı kadının misafir olduğu komşu köyün en güvenilir ailesi, pişirdiği yenir, diktiği giyilir, sözüne güvenilir. Bitmeyen fısıltıları gören ev sahibi kadın devreye girmiş o ara: “Ben kefilim…” demiş “çok gittim evlerine, her şeylerini gördüm, tanık oldum. Beni nasıl bilirseniz öyle bilin bu akrabamı…” Bunları söylerken o günün anısı düşerdi annemin sarışın yüzüne, yanakları kızarırdı nedense.
Fısıltı yavaşça durur, tereddütlü bakışlar ev sahibi kadın üzerinde yoğunlaşır… yine sessizlik, derin ve kımıltısız.
Annem düşünmektedir; her ergenlik çağına gelmiş kız gibi çalkantılıdır evlilik çağına gelmiş iki kızı, buluğ çağına yeni girense buhranlı… Ama üçü de deli dolu değil, hayli akıllı ve oturaklı. Düğünlerde oynamak adetten, kızlar kendi arasında güler, oynar; bizimkiler öyle çok oynak değil, oldukça mahcup ve mütevâzi… Bulaşık yıkarken, tarlada, bağda, bostanda mırın kırın türkü söylediklerini duyarmış duymasına ama güzel türkü söylediklerini bilmem diyordu annem; söyleyen de çıkmadı konudan, komşudan… Bu düşünceler içinde bakıyor dudağı boyalı kadına; biraz kızgın, biraz mahcup ve üzgün…
Keşke deli dolu, düğünlerde iyi oynayan, güzel türkü söyleyen kızları olsaydı da, bu teklifi kabul etmeseydi, biraz nazlansaydı kız anası olarak, ola ki gururlansaydı…
Oysa kızları çok güzeldi, çalışkandılar, ev işleri gibi tarla taban işlerini de iyi yaparlardı ama bu dudağı boyalı kadının aradığı o deli dolu, hoppa vasıflarda değillerdi… Kızgınlığı bunaydı, bundan dolayı mahcuptu, bunun için üzgündü…
Elbet anlatmazdı bunları ama garip, bir o kadar hülyalı gölgeler düşerdi mavi gözlerine… Hiç boya görmemiş dudak uçlarında bu duygularının izi olurdu hep. Hayat ne tuhaf değil mi?
Birinin çirkin ve anlamsız bulduğunu, hatta ret ve inkâr ettiğini, diğer biri bulmak için Kızılcaköy’ e kadar geliyor ve hararetle arıyor. Çok tuhaf ve çok ilginç…
Çöken sessizliği ve kımıltısızlığı bozan Deli Şerif’ in annesi oluyor: “Benim Deli Şerif tam senin aradığın kız…” deyiveriyor o gür ve tok sesiyle. Anası da kızından beter… “Ama…” diye ekliyor “ev işleri Hak getire, ne yemekten anlar, ne bulaşıktan. Örgü, işleme, dantel, oya hiç sorma… Lafını çekmez, dobra konuşur. Onsuz düğün dernek kurulmaz, iyi oynar, oynamayanı da oynatır. Güzel türkü söyler, sesi güzeldir; kendi uydurduğu da olur arada bir. Ama gelinin olur mu, oğlunu beğenir mi bilmem… Hele bizim herif var ya, o da kızımdan beter. Kapımı çalarsanız başköşeye mi oturtur sizi, yoksa kapıdan mı kovar bilemem.”
Bu kez sessizlik şaşkınlığa bırakmıştır yerini, o kımıltısız sükûn hayret nidalarına. Önce Deli Şerif gerçekten böyle mi diye bakışmış şaşkın gözler birbirine, sonra tam böyle diye onaylamış bakışlar birbirini.
Dudak boyasını sormak o saatten sonra kimsenin aklına düşmemiş, nasıl düşsün ki, kadının teklifi düşmüş bomba gibi ortalık yere. Bomba ortalık yere düşmüş ama zihinlerde patlamış, tesiri dillerde dolaşmış günlerce.
Mevsim kıştan yeni kurtulmuş, bahar aheste gelmekte; asıl adı Şerif Hanım olan Deli Şerif’e talip olmuş dudağı boyalı kadın. Esen bahar yeli gibi köyü sarmış bir dedikodu; olumsuz bakanlar çoğunluk.
“Deli Şerif’ ten şehir gelini olmaz.”
Birkaç gün içinde söz kesilmiş, gelen üç misafir uğurlanmış Ankara’ya; birkaç hafta sonra nişan takmaya gelmiş gidenler, yanlarında kerli ferli bir sürü insan. Düğün, dernek çeltik kalktıktan sonra…
Deli Şerif’te bir durulma ki sormayın diyordu annem. O deli dolu kız gitti, durgun, suskun bir kız geldi çeltik otu ayıklayan. Nerde o oynak şakrak türküler, bizim kızlardan beter oldu; mahzun, mahcup ve mütevazi…
Çeltik kalktıktan sonra da düğünü yapıldı Deli Şerif’in, çekti gitti Ankara’ ya; uzunca bir zaman haber alamadık.
Köylük yeri bu, haberden önce iş güç gelir; kış hazırlığına başladı herkes. Arada bir Deli Şerif’i anan, hatırlayan, hatta arayan da olmadı değil, bilhassa bizim kızlar diyordu annem. Akıllı deliyi arar, deli deliyi niye arasın diye de ilave ederdi.
Sonra derince bir iç çekişi olurdu annemin ki hiç sormayın, deliye miydi, deliliğe mi; akla mıydı, yoksa akıllıya mı hala anlamış değilim… öyle bir iç çekiş. Hayatı, soru sormadan sorgulayan bir iç çekiş… ta yürekten gelen.
“Eğer bir köyde deli yok, deliliği de bilen yoksa… akıl o köyden, hatta o diyardan firar etmiştir; çünkü akıllının bir önemi kalmamıştır.”
(Devam edecek…)
saygıdeğer dayıcığım, her zaman ki gibi yazılarını büyük bir keyifle okuyorum... bu yazının devamını da merakla bekliyorum... sağlıklı günler dileğiyle...allaha emanet ol.