“ En dost, en samimi insanlar, delilerdir.”
Gönülsüz ve kararsız yağıyordu kar, bazen salınarak, bazen savrularak. Sokaklara çökmeye başlayan akşam karanlığı da bu kar yağışına ayak uydurmuş ertelemek ister gibiydi gelişini, öyle ağırdan alıyor.
Akşam ezanı bu gönülsüz yağan kar ve isteksiz çöken karanlığın rahatını bozarcasına okunmaya başladı o sıra. Kar beyazının o berrak aydınlığını okunan ezanla birlikte yanan sokak lamlarının ışığı gölgeledi; sarı lekeler yayıldı direk diplerine.
Akordu bozuk kalın sesli bir sokak köpeğinin uluması karşıladı okunan ezanı ilk; rahmetli annem uğursuzluk sayardı ezana karşı köpek ulumasını: “Cenaze çıkacak yakında…” diye de açıklardı bu uğursuzluğu.
Sonra hızlı adımlarla caminin yolunu tutan gölgeler oldu komşu binalardan çıkan.
Kilit taşı döşeli yolda kalınlaşmaya başlayan kara bastıkça çıkan ayak sesleri bana kadar geliyordu, huzur veren ve inanç dolu. Neden benim ayak sesimi de bir dinleyen çıkmasın, neden huzur veren, inanç dolu bir gölge olup çöken karanlığa karışıp gitmiyorum camiye…
İsteksizlikten ve tembellikten değil bu gitmeyiş, hayata bakış açımın alışkanlık haline gelmesinden olabilir; Cuma namazları haricinde pek camiye gitmiyorum, gitmek istemiyorum.
Yaşlı ve yorgun bir kaplumbağa gibi kabuğuna çekilmek hoşuma gitmeye başladı son yıllarda; ölümü beklemek değil bu, kendini dinlemek ve bulmaya çalışmak belki.
Medeniyet dostluk ve samimiyet üzerine inşa edilir; estetik, güzellik ve inceliği de buradan gelir. Hep buna inandım, bu inançla baktım hayata ve böyle yaşamak istedim. Nice kabiliyetli insanlar gördüm ellerinden her iş gelen; dostluktan yoksun, samimiyeti bilmeyen. Sanatçı oldular sadece ama ortaya koydukları sanat medeniyet inşasında yer tutmadı, tutamadı.
“Önce söz vardı” diyenler olur, bilhassa ilahiyatçılar; eğer yaratılış “Ol” emriyle başlayan bir süreçse, bende ilk önce söz vardı diyenlerdenim. Kâinatın yaratılış süreci bu ilahi kelamla başlamışsa ki, bu Kur’ an-i bir tabir; çok önemli ve hayati olmalı söz.
Acaba vakit namazlarında camiye gitmeyişimin sebepleri arasında sözü camide bulamayışım olabilir mi? Dostluk ve samimiyetle birlikte…
Teknolojinin bütün imkânları gelen cemaate sunulurken, söz noksanı, dostluk ve samimiyet özürlü bir cami mi var yoksa… Aman olmasın, benim isteksizliğim ve tembelliğimden kaynaklansın bu gitmeyiş. Birde cami arayışına girmesin insanlar.
“Deli, ne söylese yeri denir ama her söylediğinin de vardır bir sebebi.”
Ruhumdaki o çınlama ve yankılanma çok derinlerden ses verdi; o küçük çocuk konuşmaya başladı yine, tanıdık ve zor anlaşılan tınılarla. Annemden duyduklarını anlatmaya başladı yine; o mavi gözlerdeki ezik ve hülyalı bakışları ufkuma taşıyarak.
Seyrettiğim akşam manzarası kayboldu, yıllar öncesine gitti hafızam, ruh kulağıyla dinlediği o sohbetler eşliğinde.
Deli Şerif’in nişanı ve düğünü de delice oldu diye devam etti annemin o kısık, mahcup ve hüzünlü sesi.
Art arda iki gün Köy Odasının önüne meşe odunları yığılmış, yanan o gür ateşin etrafında sinsin oynamış köy delikanlıları, çalan davul zurna eşliğinde.
Hâlbuki diyordu annem, kız evinde böyle düğün olmazdı, oğlan tarafının bir yanı Kızılcaköylü olunca, hem nişan hem düğün ilk kez bir arada ve köyde yapıldı, öyle arzu etmişler… iyi de oldu.
Zengin düğünü köye şenlik ve bolluk getirmiş, bir yandan da şehir havasını taşımış şehirli misafirlerle birlikte. Bunları anlatırken içindeki bir özlemi de bilmeden açığa koyardı annem. Neydi bu özlem; çocuk aklımla nasıl anlayayım o gün, bu gün bir parça anlıyor ve hak veriyorum anneme. Düğün dernek kurulmadan, gelinlik giymeden evlenen bir kadının doğal ve haklı özlemiydi bu. Köy imamının kıydığı soğuk ve sıradan bir nikâh, Yemen’de şehit düşen, kayıtlarda sıtmadan öldüğü yazılı, hiç tanımadığı babasının yokluğunda, üç beş akrabanın hayırlı uğurlu olsun temennileri sadece… hepsi bu. Annesi Gök Hayriye yoksul ve yokluk içinde, sofradan bir kaşık eksik oluyor sevincinde.
Dolardı annemin gözleri, kızardığını görürdüm ama ağlayamazdı. Öylesine zor, çileli bir yaşamda gözyaşına yer kalmamış ki, ağlamak neye yarar.
Cuma akşamı başlayan nişan ve düğün, ertesi günde devam etmiş ve pazar günü de gelin almayla son bulmuş. Daha doğrusu Deli Şerif’in Ankara’ya dualar eşliğinde uğurlanmasıyla…
Her düğün ve bayram sonrası ağır ve kasvetli bir hava çökermiş köyün üstüne; annem tam böyle anlatırdı. El kol kalkmaz, gönül hiçbir şey çekmezmiş… Köy çeşmesi bile birkaç gün kederli ve mahzun akardı diyor annem, anlayın artık.
Hele Deli Şerif gibi köyün gülen yüzü, dobra sözü, şen kahkahası olmayınca bu keder biraz daha derin, bu mahzunluk biraz daha kalıcı yaşanmış; hem ailesi, hem de köy halkı tarafından.
“En dost, en samimi insanlar, delilerdir.”
Hayat boşluk kaldırmaz: “Delisiz köy mü olur, biri gider diğeri ortaya çıkar.” Ne ki Deli Şerif’in yerini doldurmak hayli zor, hayatın zamana ihtiyacı olacak…
Düğün sırası yaşanan güzel hava bir haftaya kalmaz bozar, ansızın çetin bir kış gelip çatar ki sormayın. Aralıksız ve günlerce yağar kar, dağ taş bembeyaz kesilir. Diz boyu demek az, adam boyu demek daha doğru olur. Daha sonraki günlerde bir ayaz, bir fırtına… Rüzgâr kar yığınları oluşturmuş umulmadık yerlere, dikkat edilmezse adam yutan cinsinden.
O kış avcılar gibi av merakı olan köy gençleri de bu tehlikeyi bildiklerinden hep toplu gitmişler dağlara. “Kırk gün taban eti, bir gün av eti” sözü o yıl için geçerliliğini kaybetmiş: Kaçacak yer kalmış ki hayvanlara.
Bir başka sebepte av hayvanı bol o yıllarda, dağ taş teklik, tavşan. Şimdiki gibi taş dibi, çalı gölgesi avcı değil; herkesin elinde otomatik tüfek yok, arka arkaya dokuz mermi sıkan. Uzun namlulu dolma tüfekler var, iki atımlık, o da patlarsa; kapsül ateş almazsa kaçtı av…
Babam avcı olmasa da avcılık merakı olanlardan, her attığını vuranlardan değil açıkçası. Ama diyordu annem o sene av etine doyduk, doymak ne kelime bıktık. Ava gitmeyenlere, yaşlılara, sakatlara da dağıttık bol, bol. “Kırk gün av eti, bir gün taban eti” yedik velhasıl diye de abartırdı biraz.
Ocak başlarında yanan meşe kütükleri karşısında edilen sohbetlerle vakit geçirmiş, avunur olmuş köy kadınları: Bazen de birilerini çekiştirmekle akıp gitmiş o uzun kış ayının kısa günleri.
Her laf dönüp dolaşıyor Deli Şerife’ye geliyordu diye de gülümserdi rahmetli. Öylesine işlemiş yokluğu gönüllere, akıllarda kalmış çekincesiz ve dobra ettiği sözler, kulaklarda çınlamış söylediği türküler, hele topuklarını vura, vura oynadığı oyunlar var ya diyordu hayalleri süsledi kış boyu. Yokluğunu hissettik, hasretini çektik nedense.
“Çetin geçen kışın baharı erken gelir…” geçmişten gelen bir tecrübenin aktarımı gibi söylerdi bu sözü annem. Öyle de olmuş, hani bir gün hiç ummadığınız bir yakınınız, bir sevdiğiniz çalıverir ya kapınızı, bahar öylesine gelivermiş.
Birkaç gün içinde ısınmış havalar, cemre önce havaya, sonra suya ve toprağa düşmüş. Adam boyuna ulaşan kar yığınları birden erirse dereler taşar, çaylar coşar diye bekliyorduk, ne gezer; güneş eritmiş, toprak emmiş, esen ılık ve yakıcı bahar yeliyle kaybolup gitmiş o yığınlar. Dereler biraz kabardı, çaylar hafiften coştu, çağladı ama bir felaket olmadı diye de manzarayı bir güzel tarif ederdi o akıcı diliyle.
Adam boyu kar berekete dönüşmüş, adam boyu çayır, çimen, yabani yonca olup süslemiş dağı taşı bu sefer. Tarlaların kara bağrı kabarmış, ekin ve arpalar yeşermiş, bolluk, bereket yani…
Deli Şerif kimin aklında kalır; köylük yerinde iş mi biter… tarla, taban, bahçe, bostan. İnek sağılacak, dam temizlenecek, hamur yoğrulacak, ekmek pişirilecek… zordur köy yerinde kadın olmak.
İlkbahar sonu, yaz başlarıydı diyordu annem; gökyüzünde tek bulut yok, güneş tepsi gibi tepemizde. İnsanın çalıştıkça çalışası geldiği bir gün… Böyle bir günün akşamı çıkageldi Deli Şerif yanında kocası ve kayınvalidesi. İlk görenler tanıyamamış, öyle değişmiş, tam bir şehirli kadın olmuş, güzelleşmiş, başkalaşmış Deli Şerif.
Kayınvalidesi gibi dudaklar boyalı, kısa etek giymiş, başını açmış, gözlerde sürme; ayıplamak geçmedi içimizden diyordu annem, ama garipsedik, uzak ve soğuk bulduk bir parça.
Birkaç gün kalmışlar köyde, dününden eser kalmamış, yaban davranışlar sergilemiş Deli Şerif; belki de bize öyle geldi diye ilave ediyordu annem: Gözden ırak olan gönülden de olur ya.
Sonraki günler biraz ısınmışlar, hele ayrılık günü yaklaşınca sıcaklık daha da artmış. Deli Şerife o şen şakrak, deli dolu halini alır gibi olmuş gözlerde, gönüllere sıcaklık yaymış ama o kadar. Son halini soranlar da olmuş: “Ne yapayım, gittiğin yer körse gözünü kır da bak derler; bende öyle yapıyorum.” Deyivermiş usulca.
Annemin aklında tek soru varmış, aylardır zihninde zonklayan, kıymık gibi düşüncelerine batan ve bir türlü çıkaramadığı. Dudağı boyalı şehirli kadını tenha bir yerde yakaladığında sormak için yanıp tutuştuğu. O fırsatı bir akşam ocak başında çorba karıştırırken yakalamış; şehirli kadın misafir olduğu evde çorba yapıyormuş kendi usulüne göre. Soru şu:
“Neden deli dolu olan, düğünlerde oynayan, akranları arasında güzel türkü okuyan bir kız aradın”
Kadın şuh bir kahkaha atmış çorba karıştırmayı sürdürürken: “Unutmadın demek ha…” demiş anneme. “Sen çok aklısın, kızlarında akıllı olmalı ama akıllı olmak sizi köy hayatından kurtarmamış. Bak delilik Şerife kızımı köy hayatından, bu koca ağızlı harlı ocak başından kurtardı.”
Sonra durgunlaşmış dudağı boyalı kadın, annemin gözlerine uzun, uzun bakmış ve düşünmüş. Birkaç kere yutkunmuş önemli bir ifşaatta bulunakmış gibi; öksürmüş kısık, kısık: Soruya şöyle cevap vermiş dudağı boyalı kadın: (Devam edecek…)