banner94

Sosyal güvencesi ve herhangi bir yerden geliri olmayan dul kadınlara AK Parti hükümetinin maaş bağlaması, dul erkeklerin evlenmesine nasıl mani olur diye sormak abes; çünkü aylık iki yüz elli lira alan kadın evlenmez. Çay söyleyen ağabeyimizin görüşü bu yönde, kızgınlığı ve öfkesi de buna dair. Hınç dolu bir tavır, nefret dolu ses tonuyla açıklamaya çalışıyor bu kanaat ve düşüncesini. Hayret ve dehşetle dinliyorum…

     Nasıl sormadan durayım: “Bu yasal hak dul kadınlara ne zaman tanındı biliyor musun?” Bilmiyor ama duymuş böyle bir maaşın bağlandığını; seksen yaşını geçmiş kara kuru ihtiyar da kendisine dert yanmış bu konu üzerinden. “Artık bana kimse varmaz” demiş.

     “Kaç yıl önce dul kalmış bu amcamız” diye soracak oluyorum; “Ne alakası var bunun konumuzla…” diye çıkışıyor. “Eğer bu kanun çıktıktan sonra dul kalmış, talip olduğu kadınlarda, artık bize maaş bağlandı, evlenip de ne yapacağız demişlerse, haklısınız” demek istiyorum. Öfke artıyor, hınç hükümet üzerinden bana kaymaya başlıyor; anlaşılan çay zehir olacak. Masada bulunan ve daha anlayışlı olduğunu bildiğim kişiye bakıyorum; hadi bir şeyler yap… Durumu fark mı ediyor, yoksa öylesine mi söyleniyor:

     “Benim bildiğim kadarıyla bu amca yıllardır dul, maaş çıkalı daha iki yıl bile olmadı” deyiveriyor. Sen misin bunu diyen, anında benim yakamı bırakıyor ve dönüyor o tarafa.”Bilmeden konuşuyorsun, bu yasa yıllardır var” diyerek yükleniyor lafa yeni girenin üstüne.

      Benimde onu korumam lazım: “ 2022 sayılı yasayla bunu karıştırma, o yasa 65 yaşını bitirmiş, kimsesiz, dul ve yetimlerle alakalı. Sosyal güvencesi olmayan dul kadınlara çıkan yasa çok yeni, 2012 yılında çıktı” diyerek arka çıkıyorum destekçime. Kara kuru yaşlı adama dönerek devam ediyorum: “Sen gerçekten evlenmek istiyor musun?” Takma dişlerini tıkırdatarak söyleniyor; metalik bir sesi var, hoşuma gidiyor:“ Önce olsaydı belki, artık geçti be yeğen. Sağ olsun oğlan bakıyor, gelinde iyi çıktı.” Yaşlı adamın eli yüzü düzgün, üstü başı tertemiz, bakımı yerinde anlaşılan…

      Öfke dolu, hınç yüklü ağabeye dönüp gözlerinin içine bakmaya çalışıyorum; ‘sana ne oluyor’ dercesine. Tınlamıyor bile, sıkıştıkça yeni çatışma alanları arıyor. Biraz daha üstüne mi gitmeli ne… “ Emekli olmuş dul kadınlar var, kocasının emekli maaşını alanlar da. Onlar hakkında ne düşünüyorsun. Onları evlenmeye razı etmek için maaşlarını mı kesmeli, ne yapmalı hükümet.” Bu soru allak bullak ediyor, temelli tıkanıyor ağabeyimiz. O, karşı görüş, öneri, tez ve düşünce istemiyor. Ne derse onaylanmalı, hep kafa sallamalı karşındakiler; öyle alışmış zahir. Masaya çağırdığına pişman, hele çay söylediğine bin pişman.

       Hepimizde yok mu böyle bir yan, böyle bir anlayış.

Tarafsız bir gözle kendime baktığımda böyle bir anlayışın bende de olduğumu görüyor ve utanıyorum. Buda açık bir itiraf…

      Boyun damarları şişen, yüzü morarmaya başlayan, sesindeki tını öfkeden, nefrete dönüşen ağabeyimizin üstüne gitmeme kararı alıyorum; gereği de yok.

      “Neden böyle anlamsız tartışmalarla birbirimizi yıpratıyoruz, bakın çay ne kadar taze sizlere de ben söyleyeyim” diyorum yanımdan geçen garsona dönerek: “Bize çay getir.” İtiraz eden çıkmıyor ama kara kuru yaşlı adam çay gelmeden elini cebine atıyor. Bir avuç bozuk para çıkarıyor, hesaplayıp masaya koyuyor. Çaycı çayları getirip dağıttıktan sonra “çay paralarını buradan al” diyor bütün itirazıma rağmen. “Böyle de koçak…” diyor ağabey pozisyonunda olan. Boyun damarları hafiften inmiş, yüzü morluğunu kaybetmiş, zaten küçük olan gözleri azıcık büyümüş olarak. “Hah şöyle…” demek geçiyor içimden ama hele dur diyor aklım, ortalık yeni düzeldi. Çaylar da kan kırmızı, taze ve mis gibi kokuyor, biri bitmeden önüme konan ikinci bardağa yöneliyorum iştahla.

     Tam bu ara, bana arka çıkan, Başbakana duyduğu hayranlıkta az bucuk bilinen kişi: “Başbakan dünya liderliğine oynuyor diyorsun, kötü bir şey değil ki bu” deyiveriyor. Ağabey konumundaki şahsın arayıp da bulamadığı şey, balıklama atlıyor konun üzerine: “Nasıl kötü olmaz” diye efeleniyor “Etimiz ne budumuz ne bizim, her tarafa karışmak ne haddimize. Dünya liderliğine soyunmak Başbakana mı kalmış…” Sıcak çay boğazımı yakarak mideme iniyor ama kelimeleri indirmiyor: “Sen Osmanlıya da kızıyorsundur, Şam’da, Halep’ de, Hicaz’da ne işleri vardı diye… Aslında ABD ye de kızmalısın, Afganistan’da, Irak’ta ne arıyorlar diye.” Gelecek cevabı biliyor olsam da bekliyorum. “Amerika güçlü bir ülke, yüksek teknolojiye sahip, ordusu en modern silahlarla donatılmış…” Cevap tam böyle değil belki ama buna yakın. “O zaman sen güçlüden yanasın, güçsüz olan susmalı, sünepe bir hayat yaşamalı. Oysa biz biliriz ki Müslüman güce değil, hakka ve hakikate inanır, teslim olur. Hak ve hakikat karşında eğilir, boyun büker; güç karşısında değil. Demek ki yanılıyoruz…”

       Kısık gözleri biraz daha kısılıyor, burun deliklerinin büyüdüğünü, nefesinin daha fazla sıklaştığını fark ediyorum. Aman Yarabbi, biz neyin tartışmasını yapıyoruz, anlaşamadığımız konuda ne. Hiç mi?

       Bu öfkeyi anlamıyorum, bu nefretin kaynağını bilmek istemiyorum. AK Parti Hükümetine ve bilhassa Başbakan Recep Tayip ERDOĞAN’ a duyulan bu kin ve garez niye. Bu nasıl büyüdü ve dağ yangına döndü, sardı bazı zihinleri. Kim ekti gönüllere bu nefret tohumun, kim suladı ve büyüttü bu kin ve garezi. Tek taraflı olamaz bu duygular, karşılıklı gelişmiş olmalı ama nasıl. Tartışmanın geri kalan kısmını yazmak içimden gelmiyor, gereği de yok. Yalnız şunu söylemekle yetineceğim; Ağabey konumunda takdim ettiğim kişi bir memur emeklisi, kendi anlatımıyla birinci dereceden maaş alıyor. Aklı başında, saygınlığı olan birisi… Bu insanı bu kadar öfkelendiren, kinlendiren de ne… Bilincini bulandıran, nefret duygularını ortaya çıkaran nedir, ne olabilir. Beni düşündüren ve korkutan bu…

      Başbakan nasırına mı basıyor bu insanın, yoksa onurunu kıracak, onu incitecek laflar mı ediyor. Bu önemli bir soru… Diğer bir önemli soru da şu; acaba bu insanın yaşam tarzı ve dünya görüşünü savunan, siyasetten beklentilerini dile getiren, daha açıkçası kendisini temsil eden siyasi parti veya partiler mi yok; öfkesi ve saldırganlığı bundan mı?

      Osmanlıyı bitiren üç kötü alışkanlığı bariz bir biçimde toplum hayatında görmek herkes gibi beni de derinden üzüyor ve endişelendiriyor. Taklit, taassup ve tefrika bu üç kötü anlayış, alışkanlık veya yaşayış tarzı… Her yaptığımız taklit, her düşüncemiz taassup, her tartışma bir tefrika mı oluyor hayatımızda. Bilmeden konuşuyor, sormadan öğreniyor, okumadan bilgi sahibi olmaya mı kalkıyoruz. Herhalde…

       Hani genel bir söz var; konuşsam dinleyen yok, sussam gönül razı değil. Peki, ne yapmak lazım, nasıl bir davranış içine girmeliyiz. İşte bütün mesele burada… Hayatta başarı peşinde koşanları nasıl durduracağız, servet peşine düşenleri nasıl çevireceğiz sürüklendikleri yoldan… Gücün başarıdan ve servette geçmediğini nasıl anlatacağız karşımızdaki kalabalığa… Hadi bunu olsun birlikte düşünelim, belki olumlu ve önemli birkaç düşünce ortaya çıkar, fikir ve öneri gelir birilerinden… Var mısınız? Saygılarımla…


Avatar
Adınız
Yorum Gönder
Kalan Karakter:
Yorumunuz onaylanmak üzere yöneticiye iletilmiştir.×
Dikkat! Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, müstehcen, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.

banner83

banner26