Dertsiz insan yoktur, genel kanı böyle; dertliyim diyen ama derdin ne olduğunu bilmeyen insan çoktur… bu da bir vaka. Bunlardan birisi de benmişim; nasıl mı, anlatayım.
Eğitim sistemini yeniden düzenleyen ve kamuoyuna 4+4+4 olarak yansıyan kanunun, TBMM de görüşülmesi sırasında ortaya çıkan anlamsız tartışmaları, iç karartan kavgaları, zihnimizi altüst eden yumruklaşmaları bu ülkede yaşayan her vatandaş gibi bende büyük bir üzüntüyle izledim… takip etmeye çalıştım. Nedense ortaya çıkan manzarayı hep “dert” olarak tanımladım ve tevil ettim; buna dair bir yazı yazmakta o günlerde akılma düştü. Nasip bu güneymiş…
Neden bu çirkin ve kaotik durumu dert olarak tanımladım ve tevil ettim sorusu akla gelebilir; yanlış, olumsuz veya çirkin olarak gördüğümüz, izleyip algıladığımız her duruma, her hadiseye müdahale etmek, düzeltmek, çare bulmak istiyoruz. Elden bir şey gelmez, çaresiz kalırsak da insan olarak önce boğazımıza yumruk gibi bir şey düğümleniyor, sonra yüreğimizin en hassas yerine anlam veremediğimiz, ad koyamadığımız bir duygu gelip oturuyor… yaşadığım bu hale ben dert diyebildim. Kavgalarla, yumruklaşmalarla kabul edilen bir kanun, eğitim sistemimize yeni ve farklı bir boyut kazandıracak veya yanlış olan sistemi düzeltecek öyle mi… çok garip.
Günlük konuşma dilimize “dert” olarak giren kelimenin hayat açılımını, sözlük manasını ilk defa o günlerde merak ettim ve araştırmaya karar verdim. Dert diyoruz, dertliyim diyerek içinde bulunduğumuz hali açıklamaya, hatta özetlemeye çalışıyoruz ama dert ne, nasıl bir şey, neyi ifade ediyor bilmiyoruz, araştırma gereği de duymuyoruz. Açıkçası ben böyle davranıyormuşum. Zihnimde ortaya çıkan bu boşluğu doldurmak, her an yaşadığım halde düşüncelerimde yer tutmayan bu hali düzeltmek adına önce kendimi sorguya aldım, sonra iç dünyama dönük bazı sorular ürettim zihnimde.
Önemli bir düşünürün dediği gibi: “Aklın ağzı sorularla açılır.” Bilgi sahibi olmak için akıl açlığı çekmek şart, bu açlığı ortaya çıkarmak için sorularla aklın ağzını açmak gerekli. İşte aklımı acıktıran ve ağzını açtıran sorular.
Şifasız hastalık dert miydi? Halledilemeyen mesele dert miydi? Derin üzüntü, elem, keder dert miydi? İnsanın kendisini ifade edemeyişi dert miydi? Yanlışı doğru bilmek veya doğrunun yanlış anlaşılması dert miydi? Haksıza, zalime dur diyememek dert miydi? Sevmek ve sevilmek dert miydi? Ayrılık gibi kavuşmak da dert miydi? Bilememek kadar bilmek de dert miydi? Aşık olmak gibi aşk yoksunu olmakta dert miydi? Evlat sahibi olmak kadar olamamak da dert miydi? Okumak ve anlamak, anladığını yaşayamamak dert miydi? Velhasıl dert neydi, nasıl bir şeydi?.. Ansızın dilime bir şarkını şu mısrası dolandı.
“Dertliyim, ruhuma hicranımı sardım da yine…”
Hicran ayrılık acısı olarak bilinir ama bana göre dinmeyen, dinmesi de mümkün görünmeyen yürek sızısıdır… yani dert. Yine bana göre şarkıda, ayrılık acısının ruha kadar inmesi ve insan hayatına yansıması dert olarak ifade ediliyor. Şair dertliyim derken, acıyı ruhunda hissettiğini anlatıyor veya ben böyle anlıyorum.
Orhan GENCEBAY ne diyor:
“Dert bende, derman sende…”
“ Aşk bende, ferman sende…”
Derdi telaffuz eden çok ama açıklayan yok; aynen aşk gibi… neden? “Aşkım veya aşığım” demek moda ama dert gibi aşkı bilmek ve yaşamak demode… neden? Orhan GENCEBAY dert bende derken, arkasından aşkta bende diyor. Bu şarkıyı dinleyen çok, ağlayan, sızlayan olduğu gibi… ama aşık olduğunu iddia eden ama dert gibi araştıran, yüreğinin derinliğinde varlığını veya yokluğunu hisseden var mı? Ne gezer… başta ben. Artık şunu anlamaya başlıyorum; dertli olmak elem, keder veya hayata karşı sorumlu olmaktan öte bir şey… bence dert, insanın kendi varlığını bilmesi ve hayatın içinde olması. Aşk nedir; insanın her boyut ve buutuyla başta kendisi, varlıktaki hissiyatı bilmesi mi? Yoksa bildiği varlığı önce kendi bedeninde her boyut ve buutuyla yaşaması, sonra hayatın içine taşıması ve yaşatması mı? Yani; “Dertliyim, ruhuma hicranımı sardım da yine…” Veya; “Dert bende, derman “O”nda, aşk bende ferman “O”nda…
Sanıyorum bu kadar yeter; gelelim asıl meseleye.
Üç kelime; eğitim, öğretim ve öğrenim… hayat açılımları oldukça geniş üç kavram. İlköğretim okulları için hazırlanmış bir sözlükte arıyorum bu üç kelimenin anlamını. Eğitim kelimesine verilen anlam şöyle; eğitme işi, terbiye etmek. Öğretim; öğretme işi, tedris. Öğrenim ise şöyle açıklanmış; bir meslek edinmek için gerekli bilgileri edinme işi.
Bu üç kavramsal kelime insan hayatı için çok önemli, hatta yaşam için elzem. Ne ki bana yinede bir eksik varmış gibi geliyor; eğitelim, öğretelim ve gerekli mesleki bilgilere erişmek için öğrenime geçelim ama tek taraflı bir girişim olmamalı bu; karşılıklı bir olgu, bir iletişim hali olmalı. Karşılıklı olan bu olgu veya iletişim nedir? Düşünüyorum ve ortaya şu gerçek çıkıyor; öğrenmek ve öğretmek arzusu, hatta merakı ve heyecanı. Öğrenmek ve öğretmek arzusu, hatta merak ve heyecanı olmadan ne eğitim, ne öğretim, nede öğrenim olur… bana öyle geliyor. Eksiklik olarak gördüğüm de bu galiba. Toplumsal bir öğrenme arzusu, hatta merak ve heyecanı ortaya çıkarsa, eğitmek ve öğretmek amaçlı bir sistem kurulur, buna dair yasalar hayata daha kolay geçer ve uygulanır.
Zihnim yıllar öncesine kayıyor, Kızılcahamam Lisesi emekli müdürlerinden Mehmet İPEK’ in görev yaptığı dönemler… Hatırlar mı bilmem, ara sıra yanına uğradığım olurdu. O dönemlerde Feridun IŞIK Müdür Yardımcısı, Bekir GÜNYEL müzik öğretmeniydi aynı lisede… Oldukça samimi ve sıcak sohbet ortamımız vardı; hatıralarım hala taze ve diri… Bu sohbetler sırasında konu eğitim, öğretim ve öğrenim konularına da gelir dayanırdı; ben hep şunu savunurdum: “ Önce soru sormasını öğretin; sorusu olmayanın cevabı yoktur. Siz hep soru soruyorsunuz ve öğrencileri zora sokuyorsunuz.” Örnek olarak da hep şöyle bir misal verirdim. “Lütfen bir gün öğrencilere şöyle deyin, öğretmen olarak gelecek ders ben şu konuya çalışacağım, soruları siz soracak, ben cevaplayacağım. Soru sormak, cevap vermekten zordur; bilmiyorum demek bile bir cevaptır ama bilmiyorum soru olamaz. Bakın soru sormak için öğrenciler nasıl ders çalışacak.”
Yani ben o günlerde şunu demek istemişim:“Aklın ağzı sorularla açılır.”
Eğitim, öğretim ve öğrenim her toplumun en büyük meselesi; yasalarla meseleleri halletmek en basit ve kolay yol, belki de meseleleri derinleştirmek ve içinden çıkılmaz hale getirmek. Aklı, iradeyi ve tercihleri göz ardı etmek, toplumların asırlardır koruyup, geliştirdiği anlayış ve teamülleri yok saymak, belki de yasaların müeyyidesine teslim etmek. Her meseleye bir yasa çıkarmaya kalkmak bence sorumluluktan kaçmak, risk almamak, ileride ortaya çıkacak olumsuzlukları yasalara yüklemek… suçu uygulamadaki aksaklıklara atmak.
Tefekkür yoluyla Asrı Saadet dönemine gitmek, orayı, o günleri ve o insanları tasavvur etmek ihtiyacını hissediyorum; kavruk ve kurak topraklar, lav artığı yanık tepeler. Yakıcı ve sıcak bir iklim, her taraf kum deryası… Helvadan put yapıp önce tapınan, sonra oturup bir güzel yiyen insanlar. Böyle bir ortamda bir medeniyet yükseliyor; İslam Medeniyeti. Oku emrine uymuş, okuyan, kavrayan ve yorumlayan bir zihin ve kalp medeniyeti. “Bana bir harf öğretenin kölesi olurum.” Diyen Hz. Ali’lerin (R.A.) ortaya çıktığı bir medeniyet bu. Yasa yok, müeyyide yok; var olan hakikati bilme ve öğrenme arzusu, hatta merak ve heyecanı… İman gücünün o bitmeyen enerjisinde tecelli eden hayatı, varlığı ve eşyayı idrak kabiliyeti… dini yüceltme azim ve gayreti. Hayat, varlık ve eşya üzerinde etkin olma hali, yani zafer; fıtrat, maneviyat ve duygularda ortaya çıkma hali, yani fetih. İşte İslam Medeniyetinin anlam ve amacı, sebep ve sonuçları…
Günlerden Cuma; vaiz bildik biri… verdiği misal dini eğitim ve öğretimin önemine dair. Aynen sözleri söyle: “Spiker genç birine soruyor; Avrupa’daki futbol kulüplerinden birinin beş oyuncusunu sayabilir misin? Genç Adam anında cevap veriyor ve beş yabancı futbolcuyu bir çırpıda sayıyor. Spiker ikinci bir soru daha soruyor: dört halifenin isimlerini biliyor musun? Genç takılıp kalıyor, sayamıyor… ne kadar acı. ”
Bu sözleri sarf eden kürsüdeki Vaiz’de bir pişmanlık belirtisi arıyorum… yok. Vaiz olmayı kürsüde konuşmakla sınırlandıran bir anlayışta pişmanlık olur mu? Elbette olmaz… hayata iştirak etmemek, kendini yasaların emrine amade kılmak bu olsa gerek. Ama dört halifeyi bilmeyen genci suçlamak kolay… Dört halifenin ismini öğrenmek basit iş, ama dört halifenin vasıflarını, hayat anlayışlarını, dini sosyal hayata taşıma gayret ve azimlerini örnek almak, topluma taşımak ve yaşatmak zor. Vaiz bunu biliyor mu? Bildiğinden eminim ama hayatına ikame ediyor mu? Etseydi bu genci kınar mıydı? Diyelim ki bu genç dört halifenin isimlerini de bir solukta saydı; bu genç için dini biliyor mu diyeceğiz. Prof. Dr. Yaşar Nuri ÖZTÜRK’ e kızan, köpüren, din dışı ilan eden zihniyet bu soruyu kendisine defalarca sormalı. Dört Halife’nin ismini herkes bir çırpıda sayarsa sevinecek, mutlu mu olacağız. Dini bilmek bu kadar kolay mı? Hadi canım… Bilmeyi, öğrenmeyi merak ve dert edinmeyen, bildikçe, öğrendikçe hayat heyecanı artmayan, yeni ufuklarda kendisini aramayan insan aklını hangi sistem okutur, eğitir ve adam eder. Yunus Emre’yi sistem mi okuttu, yoksa hakikati bilme, öğrenme merak ve heyecanına, derdine mi düştü Miskin Yunus… hangisi.
Peygamberimiz Hz. Muhammed (S.A.V.)’in hayatını merak eden, hayat derdi haline getiren oldu da, bu bilgi ve iletişim çağında aradığı bilgiye, belgeye, rivayet ve menkıbeye ulaşamayan oldu mu? Her inanç sistemi gibi İslam Dini de, baskı, haksızlık ve zulüm ortamlarında kendini bulmuş, yüreklerde derinlik kazanmıştır. Rahatlık, refah ve aşırı huzur ortamı insandaki inanç sistemini gevşetir, yüreklere rehavet verir. 28 Şubat Postmodern darbesine kadar başörtüsünü, örtünmenin değer ve kıymetini bilmeyen Müslümanlar, karşılaştığı baskı ve zulüm sonucu Nur Suresini ve buna bağlı İslam Dininin kural ve teamüllerini bildi, yorumladı ve öğrendi.
Bildiğim, inandığım ve hayat felsefesi getirdiğim şu cümle çok önemlidir; “İlim emek ister, aşk bedel.” İlim sahibi olmak isteyen bu uğurda emek vermeli, aşkı yaşamak isteyense bedel ödemeli. Dilimize bu hakikat nasıl oturmuş bir bakalım mı; denir ki: “Allah(c.c.) serveti istediğime, ilmi isteyene verir.” İlmi istemek için talep lazım, talepse emekle ortaya çıkar… niyazla değil. En büyük servet bence aşktır; Allah (c.c) aşkı istediğine verir demek, aklı, iradeyi ve gönlü aşka bedel olarak vermeyi göze almak demektir. Nasıl Nebi’leri, Resul’leri Allah seçiyorsa, aşka bedel ödeyebilecek insanı da sanıyorum Allah seçiyor… öyle olmalı. Aşkı cinsellik sanan, aşka bedel öder mi? Yoksa aşkı rezil mi eder… hatta aşka bedel mi ödettirir.
Nasıl çay ateş üzerinde ağır, ağır demlenirse, bilmek ve öğrenmek arzu, merak ve heyecanı hayat ateşiniz olsun; ilim aklınızda, aşk kalbinizde böyle demlensin. Bu demlenme en büyük derdiniz olsun ki; bu dert dostunuz, dostluklarınızda bu dertte demlensin. Saygılarımla.
Sayın yazar; yukarıda uzun uzun açıklamaya çalıştığın ve örneklendirdiğinD
durumlar dertten daha ileride bir şey. Herşeyi saran birşey, o şeye çile desek daha yerinde olu.r Dert, bir şeyle ilgilidir lakin çile çok şeyle ilgilidir. Orhan Gencebaydaki bir dertti; dermanı da karşıdaki sevgilisindedir ama çile öylemi? o Necip Fazıl daki gibi.'' akrep nokta noKta rumumu sokmuş mevsimden mevsime girdim böylece gördüm ki ateşte cımbızda yokmuş fikir çilesinden büyük işgence. burdaki çile senin anlatmaya çalıştığın şeydir; ama örneklerin hep dert üzerine olmuş. Çile; dertleride içine alan daha geniş bir daire.
SELAMLAR