Çok hoşuma gider, bende değişik duygu ve düşünceler uyandırır… yeri ve zamanı geldiğinde biraz değiştirerek benim de kullandığım bir tabirdir; halkın genel kabul ve hayat anlayışına uymayan, mal, mülk sahibi olamamış, kendi halinde yaşayan, fakir, fukara ve gariban insanlar için söylenir: “…bir baltaya sap olamadı.” deriz… denir.
Acaba bu şu demek mi; balta olamadın beri bir baltaya sap olsaydın… ne yazık sap bile olmadın… Bir yerme veya kınama gibidir bu tabir… öyle anlıyorum. Toplumsal bir tespit olarak da anlamak mümkün bu tabiri… ama oldukça duygusuz… acımasız da.
Ben bu tabiri biraz değiştirerek kendim için şöyle kullanıyorum; “… bir baltaya sap olamadın, bari bir sapa balta olsaydın. Biliyorum bunlar senin için ufak, tefek işler… keşke iyi bir balta ustası olsaydın… bunu da başaramadın.”
Yaşadığım altmış iki yıllık hayatıma bakarak söylüyorum bunları… Yeteneklerim ve içimde yanan o varlık ateşi bunları söylememi gerektiriyor. Yani bu, öyle boş, öyle yavan ve kuru biri değilim demek… kendisini fark eden biri olduğumun da itirafı gibi… ama kendini fark etmek peşinden keşfetmeyi de getirmeliydi… olmadı.
Peki neden bir balta veya bir baltaya sap olamadım? İşte hayatımda ki esrar, muamma ve gizem burada… belki yaşanan bütün hayatlarda böyle puslu ve bilinmez alanlar vardır; insan sırlarla dolu bir varlık… anlaşılması güç, anlatılması zor.
Hayat anlaşılmadan insan, insan anlaşılmadan hayat anlaşılmıyor… veya hem hayatı, hem de insanı aynı anda ve aynı ortamda anlamak, anlamlandırmak zorunluluğu var gibi… ancak sonuca böyle varmak mümkün. Bu konuya birazcık girelim mi?
Hayat hakikatler üzerine inşa edilmiş sosyal bir yapıdır. İnsan bu yapının ruhudur demek bence muğlak bir ifade… insan hayatın hem işi, hem işçisidir demek daha basit, daha anlaşılır ve daha akla yatkın. İnsan yoksa hayat işsiz ve işçisiz kalır… neden mi? İşin hayat içindeki anlamı şöyle; gücün uygulandığı yerde bıraktığı etki… diğer bir anlamı; bir amaca uygun olarak kurulan düzen… İş böyle tanımlanır ve tarif edilirse, insansız hayat gerçekten işsiz ve işçisiz kalır. İş olmayınca insan gibi hem etki eden, hem etkiye göğüs geren, hem amaç belirleyen, hem de bu amaca uygun düzen kuran bir işçiye de gerek duyulmaz… ama hayatında tadı, tuzu kalmaz… anlam ve amacı da ortadan kalkar. Diğer bir ifadeyle insan hayatın sesi, sözü, tadı ve tuzudur… diğer yönüyle hayata naz yapan, karşı gelen, umursamayan, hatta boş verende yine insandır. Daha açık ve net bir anlatım oldu bu… Hayat belki de bu yüzden sonsuz imkan ve fırsat vererek insanı şımartıyor… İnsan da bu yüzden hayatı anlamaz, araştırmaz ve gerektiği gibi kavramaz… halk tabiriyle boş verir, bir baltaya sap olmaz… yani benim gibi.
Hayat denen bu sosyal yapıyı biraz incelemek lazım… Bu sosyal yapının en önemli temel taşlarından birisi, sevgi, şefkat ve sadakat temelinde inşa edilmesi gereken aile hayatıdır… sonra ekonomi gelir, yani üretim. Diğer önemli bölümlerinden birisi, adalet ve güvenlik içinde eşit ve etkili bir yönetimi tesis etmesi beklenen devlet hayatı, yani siyaset vardır. Bir başka alanda ise yakın, sıcak ve samimi ilişkilerin, dayanışma ve dostlukların yaşanması ve yaşatılması umulan toplum hayatı kendisini gösterir. Son bölümü, bir arada değil, birlikte ve beraber yaşayan insanların duygu ve düşüncelerinin birikimi olan kültür, sanat ve edebiyat alır. Ama bu bölümlerin hepsini kapsayan ana yapı sosyal hayat… eskilerin tabiriyle içtimai yapıdır.
Burada bir parantez açıyorum; neden devlet hayatı, yani siyaset, sosyal yapının bir bölüm olarak sunuldu… oysa devlet hayatı veya siyaset, sosyal yapıyı tümüyle kapsayan ve şekillendiren bir atmosfer, bir olgu değil mi? Hayır değil, devlet hayatı veya siyaset, sosyal yapının bilgi, birikim, talep ve arzularında şekillenir… rejim veya sistem olarak ortaya çıkar. Küçük bir bilgi…
İkinci bilgi ve açıklama… dini hayatı neden sosyal yapının esasları arasında sayılmadı… akla böyle bir soru gelebilir. Sosyal yapının özü ve ruhu dindir. Benim bu konuya girmeyişim dini devre dışı bırakmak için değil, bu özü, bu ruhu tam anlamıyla anlatamama endişesi, beklide korkusudur. Kişide cahilliği yenen ve benlik oluşturan dindir… bencillikse cahillikten neşet eder. Cahillikse din bilmemektir… dinsizlik değil. Benliğini kazanmış kişilerin meydana getirdiği insan toplulukları, özünü ve ruhunu kazanmış cemaat ve cemiyetlerdir. Böyle bir birliktelik, yaşadığı zamana ve mekana öz kazandırır, ruhundan verir. Bu konuyu fazla uzatmayacağım… tekrar konumuza dönmek istiyorum.
Eğer bu sosyal yapı içinde hayat hakikatler üzerinden okunmaz, anlaşılmaz ve yaşanmazsa, menfaatler ve ucuz çıkar hesapları hakikatlerin yerini alır… böyle anlaşılır, böyle yaşanmaya başlar. Aşırı menfaat tutkusu veya çıkar hesapları, dünyada elde edilen ve dünyada kalacak olan geçici, değersiz mal, mülk, güç ve otorite algısıdır… sadece bir algı. Hakikatler ise kalıcı, huzur veren maddi ve manevi değerlerdir… kökü ahiret de, nimetleri dünyada olan hayat ve varlık gerçekleri. Hakikatler algı değil gerçektir… hem de doğru, iyi, güzel ve faydalı.
Eğer bir insan gerçek ve değerli olan hakikatlere yönelir, hayatını bunlar üzerine inşa etmeye kalkarsa, benim gibi ne balta olmak ister, nede sap… Belki bir balta veya buna bağlı iyi bir sap ustası olmak isteyebilir… ama bu yetenek veya bu beceri o insanın kabiliyetleri arasında bulunmayabilir… olsa bile böyle bir yeteneği ve beceriyi geliştirememiş, ola ki bulunduğu ortam böyle bir yetenek veya beceriyi geliştirmesine, meleke haline dönüştürmesine müsaade etmemiş de olabilir. Peki bu insan ne yapsın… ne yapmalı? Yaratılış maksadına, kabiliyet ve karakterine uygun olmayan işlerde kendisini mi yıpratsın… veya kendisini ararken kendisini mi kaybetsin… sırf ekmek parası ve karın doyurmak adına. İnsan böyle bir ortamda ve bu şartlar altında yaşamak zorunda kalırsa, kimlik ve kişilik gelişimi durmaz mı? Akıl algıları yamulmaz, his ve duyguları nasırlaşmaz mı? Kimsenin umursamadığı bir toz zerresi gibi hayat içinde hep savrulmaz mı? Ömür boyu süren arayışlarla huzursuz ve mutsuz olmaz mı? Umut ve teselli adına, mal, mülk, şan, şöhret sahibi olmayı kendisine tek hedef seçmez mi? Bunları, zihnini boş yere yoran bir hayal, bir tasavvur haline getirmez mi? Dikkatli ve okuyan bir gözle etrafımıza baktığımızda bütün bunlar yaşanan hayat gerçekleridir… görüyor, biliyor ve yaşıyoruz. Çoğumuz, tasavvurumuza yerleştirdiğimiz böyle boş ve anlamsız hayalleri gerçekleştirmek için bir ömrü heder etmedik mi… ama nafile… kendisi olamayan hiçbir şey olamıyor. Bu durumda yapabilecek tek şey kalıyor, bir türlü benimseyip, kendimizi tam anlamıyla veremediğimiz sevimsiz bir iş veya meslekte gönülsüz ve verimsiz çalışmak… gün doldurup emekli olmak… bunu da başarı ve üstünlük saymak… böyle davranarak kendimizi kandırmak ve avutmak. Herkes bu hususta kendisini bir parça yoklamalı… sorguya çekmeli. Acaba böyle miyiz?
Sosyal hayatın temelini aile hayatı teşkil eder demiş; sevgi, şefkat ve sadakat kavramlarının aile hayatının vazgeçilmez unsurlarından olduğunu da söylemiştik. Sevgi yalnız kalbi duygulardan neşet eder sanmayın; sanan olursa bilmeli ki, böyle bir sevgi hem seveni, hem de sevileni belli ve kısa bir süre mutlu eder… huzur verir. Ne seveni maddi ve manevi tatmin eder, doyurur… ne sevileni hayata hazırlar, kimlik ve kişilik oluşumuna katkı sağlar. His ve duygularla örülü veya örtülü böyle bir sevgi, kimi insanda içe gömülmelere, kimi insanda da şımarmalara sebep olur… İki ucu netameli böyle bir sevgiyle yetişmiş bir insanın toplumla ilişkileri gevşektir… gelişmez. Kabiliyet ve becerileri iç dünyasının derinliklerinde kalır… bütün gayretlere rağmen ortaya çıkmaz… çıkarmakta mümkün olmaz. Bu tip insanlar her ortamı yadırgar, her zemin, her fırsat onun için kuşku ve endişe demektir. Oldukça zor ve meşakkatli bir hayat tarzı, yaşayış biçimi… hem yaşayan, hem meşgul olanlar için. Ben böyle bir ortamda hayat buldum, yaşadım ve arayışlar içinde çırpındım… ürkek, çekingen ama yetenekli. Kendimi fark ediyordum ama keşfetmek için ne cesaretim vardı, nede cesaret verenim. Umut verilmedi ama umut bellendim… güven verilmedi ama güven duyuldu… Yalnızdım… önderim, rehberim yoktu.
Bunların olmaması için bilgiyle donanmış bir aklın devrede olması gerekir… benim kanaatim bu yönde. Bu şu demek; akla ve kalbe dayanan bir sevgidir yapıcı ve hayata hazırlayıcı olan. Yani bilgi ve duygunun müşterek oluşturdukları bir sevgi… seveni doyuran ve tatmin eden, sevilene de huzur veren ve geleceğe hazırlayan… hatta kimlik ve kişilik kazandıran. Kişiyi birey olmaktan çıkaran ve toplumun bir ferdi yapan da böyle bir sevgi. Yalnız şu da bir gerçek, yalnız bilgiye dayanan ve bu kaynaktan beslenen sevgide yanlıştır… yavandır… katı ve kurudur. Böyle bir sevgi kuralcıdır, sistematik çalışır… güçlü ve muktedir olmaya çalışır ama özü ve ruhu yoktur. Asıl olan bilgiyle şekillenmiş, biçim ve tarz kazanmış, duyguyla özünü ve ruhunu bulmuş anlayışlı, merhametli ve empati kurabilen sevgidir. Seven böyle olmalı, böyle davranmalı… sevilen de böyle ortamda hayat bulmalı, sevgiyle tanışmalı ve sevgiyi yaşamalı.
Tarif edilen sevgide, seven taraf böyle davrandıkça büyüyor, sözü dinlenir oluyor… Bilgili ve tecrübeli olduğunu ancak böyle ispat edebiliyor… insan yetiştirme ve sergileme imkanı da böyle ortaya çıkıyor. Hayata ve insana değer vermek, üretmek ve üretimi teşvik bu olgularla gelişiyor… Hayatı emanet görmek ve gelecek nesillere emanet bırakmak böyle oluyor belki de… böyle gerçekleşiyor. Kolay mı bu iş… ben aile reisi olduktan sonra denedim ama başaramadım. Çünkü hayatımda, geçmişten gelen bu tip bir yaşanmışlık yoktu… alışkanlık hasıl eden ve hayata hazırlayan uygulamalarla da hiç karşılaşmamıştım… Bilgiye dayalı doğru ve özlü sevilmediğim için, sevgiyi ve sevilmeyi hiç tatmamış ve yaşamamıştım… aile reisi olduktan sonra nasıl tattırayım ve yaşatayım. Bu bir itiraf…
Şefkat kavramsal olarak sevginin koruyucu gücü olarak tarif edilebilir… yani seven, sevdiğini sahiplenir ve korur. Aslında şefkat, güçlü ve üstün olanın, zayıf ve yardıma muhtaç olana duyduğu sevgi eksenli merhamet duygusudur. Aile hayatında var olan şefkatse, sevginin engin boyutlarına sınır getirmek, aile fertlerini hayata hazırlamak adına koruyucu ve geliştirici kurallar koyabilmektir. Eğer şefkat bilgisiz, sınırsız ve kuralsız olursa, bu aile içinde birliğin bozulmasına, beraber yaşamın parçalanmasına yol açar. Yani şefkat sevilenin bütün yaptıklarını hoş görmek, affetmek demek değildir. Ödülle ceza arasında denge kurabilmektir şefkat. Bilginin onaran sıcaklığı ve sevginin huzur veren yumuşaklığında kişiye biçim kazandırmak, kimlik ve kişilik inşaatında çimento görevi üslenebilmektir. Şefkat benin anlayışımda böyle bir şey…
Sadakat kavramına gelince, sevginin sıcaklığı ve şefkatin olgunluğunda ortaya çıkan ince, hassas ve şeffaf; aile kurumunu güçlendiren ana direk, kolon ve kirişlerdir. Sadakat körü körüne bağlılık olmayıp, kan, ruh ve gönül bağından doğan o bitmez enerjiyi, bu enerjiden doğan gücü, hayat içindeki etki alanlarını bilmek, bunu bilinç haline getirerek yaşama uygulamaktır.
Hani Cengiz Han’ın çocuklarına nasihat olarak verdiği ok örneği var ya; bu örnek, bir ve beraber yaşamaya misal olduğu kadar, sadakat kavramına da verilebilecek önemli bir misaldir. Tek ok çabuk kırılır, iki ok insanı biraz zorlar ama üç veya daha fazla oku kırmak mümkün değildir. Bu gerçeği ve görüntüyü, birlikten güç doğacağına işaret olarak yorumlamak mümkün ama bu okları bir arada tutan manevi bir güçte olmalı… bu ancak sadakat olabilir. Okların konulduğu deri torbaya sadak denmesi de acaba bu yüzden mi? Neden olmasın… Sadakate dayanmayan bir birliktelik dağılmaya namzet bir beraberliktir. Bunun için aile hayatında içinde mutlaka olması gereken sadakat, sevgi ve şefkatin akrabalık ortak paydasında buluşması, samimiyet elbisesini giyerek aile fertleri arasında karşılıklı anlayış ve hayat bağı olarak ortaya çıkmasıdır… öyle olmalı.
Ne ki; insanlar ne kadar akıllı ve bilgili, ne kadar his ve duygularına hakim olurlarsa olsunlar; sevgiyi bilerek, şefkati severek, sadakati isteyerek hayata geçirirlerse geçirsinler, Yüce Allah’ın(c.c.) hikmetleri arasında hayat gerçeklerine, insanların bilgi ve birikimlerine, geliştirdikler kavram ve kurallara uymayan bazı ilahi uygulamalar da yok değil. Hayat bütünlüğü içinde bu hikmetler gerektiği gibi okunmazsa bela, musibet ve kötü kader olarak algılanır, anlaşılır ve yaşanır… En mükemmel aileye hayırsız evlat verebilir… mal, mülk, şan, şöhret verir ama huzur ve mutluluktan yoksun bırakılabilir… vb. Veya her şey iyi, güzel ve doğrudur ama böyle bir ortam monoton bir yaşantı olarak algılanır, sıkılır ve bunalır insanlar… başka ve değişik arayışlar içine girebilirler… sapıklık böyle bir şeydir. Bütün bunlar hayatı anlamak, yorumlamak ve kendimizi bulmamız için birer imtihandır. Bu olumsuz olay ve gelişmelerin hakikatler üzerinden okunması ve anlaşılması gerekir… Mutlak İradenin muradı da bu okuma, bu anlama ve bu yaşama olmalıdır… tabi okuyan, anlayan ve yaşayan olursa.
Sosyal yapının temel taşlarından olan aile hayatının devam etmesi, toplum hayatın düzgün ve seviyeli yaşanması için en önemli faktörlerden birisi de ekonomidir… yani üretim ve gelişme. Ekonomi üretimle sınırlı kalmamalı, gelişmenin de lokomotifi olmalıdır. Gelişmeyen ve geliştirmeyen ekonomi sömürüye ve tutsaklığa kapı aralar.
Üretim adına en uygun ve en taze tohumları, sürülmemiş, ayrık otlarının kapladığı bakımsız bir tarlaya rasgele serperseniz ne olur… ortaya nasıl bir mahsul ve verim çıkar? Veya yeni sürülmüş, çok bakımlı, verimi yüksek bir tarlaya, özünü kaybetmiş, çürümek üzere olan tohumları özenle ve umutla serperseniz nasıl verim alırsınız? Cevap herkes tarafından bilinir, yazmaya gerek yok… Asıl olan tarlanın usulüne göre sürülmüş, verimli olması için gerekli gübreleme ve bakım işlemlerinin yapılmış olması gerekir. Tohumların taze, kaliteli ve toprağa uygun olması da tarlanın bakımı ve verimi kadar önemlidir… mahsul böyle verimli olur, bereket böyle ortaya çıkar.
Ekonomi de bilgiye ve aşırı ilgiye bağlı bir gelişmedir… hayatın asli değeri ekonomidir… üretmek ve geliştirmek. Bilgi aklı doyur ama aklı ayakta tutan midenin tok, sırtın pek olmasıdır. Aç mideyle bilgi akılda eyleme geçmez, hayatı algılama gücü azalır. İnsanın kendi gücüyle doyurmadığı mide, kendi çabasıyla edinmediği bilgiler o insanı önce iradesiz, sonra şahsiyetsiz bırakır. Ekonomi, yani üretim ve gelişme bünyesel olmalı, iç dinamiklerin hayata adaptasyonu ile gerçekleşmeli. Diğer şart ve esaslara girmeyeceğim… çünkü sözü çok uzatıyorum… okur sıkılıyor.
Tekrar başa ve kendi hayatıma dönmek istiyorum bu bölümde; acaba kendi keşfimi yapmakta, hayata adapte olmakta, başarıyı yakalamakta, akıl ve irademi yerinde ve zamanında kullanamadım mı? Olabilir… Hayatı ve hayatın sunduğu fırsatları okumak, anlamak ve yararlanmak zahmetine girmemiş olmam da bu keşfi yapamama sebeplerinden biri olabilir mi? Olabilir… Bunların olma ihtimali var ama hayatımda yaptığım en önemli tespitlerden biri oldukça yavaş hareket etmem, girişkenlik ve cesaret eksikliğimin olması ve son olarak gelişmeleri biraz geç kavramam…
Acaba bütün bu tespit ve sebeplerin tek kaynağını ben miyim, yoksa ailemden ve toplumdan da gelen bazı etki ve etkenler de var mı? Olmaz mı? Eğer bir ailede veya toplumda örnek insan ve insani yaşantı yoksa, o aile veya o toplumda nasıl normal ve başarılı insan olunur… nasıl huzurlu ve mutlu yaşantılar ortaya çıkar… çıkmaz elbet. “Üzüm, üzüme bakarak kararır…” Buda geçmişten gelen toplumsal bir tespit.
İnsan ne kadar çırpınırsa çırpınsın boşadır, bazen başarı gelmez, huzur yakalanmaz, kabiliyet ve becerileri sergilemek mümkün olmaz; sobası tüten bir oda bu tespite misal olarak verilebilir… Böyle bir ortamda insan rahat nefes alamaz, gözleri yanar ve yaşarır, görme zorluğu çeker ve aradığını kolayca bulamaz… aradığı belki de kendisidir… Anlatmak istediğim manzara bu… yaşadığım aile hayatı veya sosyal ortam acaba böylemiydi… hakikatten uzak, değer algıları yamuk… Verdiğim bu misal doğru ve yerinde mi… bilemiyorum! Kaba bir manzara ama anlaşılması oldukça kolay…
Bu örnekte oda yaşanılan ortamı sembolize ediyor, tüten soba ise içinde yaşanılan aile ve toplumun hayat anlayışını ve gerçeklere bakış açısını… nefes almakta zorluk çekilmesi cehaletin insan yaşamındaki olumsuz etkisini… görme zorluğu çekilmesi, bilgiye dayanmayan bir üretimin getirdiği umutsuzluğu, karamsarlığı, gelecek kaygısında ufukların puslu ve uzak oluşunu… aradığını bulamamak ise zihin karışıklığını, hakikatlerden uzak bir akıl algısını… Verdiğim bu misal böyle derin anlamlar içermeyebilir ama ben bu misali böyle süslemeyi ve anlam yüklemeyi uygun buldum.
Bu soru, bu yaklaşım ve bu misaller, insanın kendi benliğinde kendisini aramasıdır… sorulmasında, cevap aranmasında ve misal olarak verilmesinde sayısız yararları olan. Bir baltaya sap olunmasa da… veya bir sapa balta.
Bu tip kendisini arayan insanlar önce kendisi olmak ve kendi hakikatine erişmek ister, bütün gayretleri bunun içindir. Kendisi olamayan, içindeki gerçek beni bulamayan ne olabilir ki… hiç mi? Yoksa bir baltaya sap mı? Yoksa balta mı? Garip bir durum…
Kendi içindeki ben arayışına giren kişi, sarp ve yalçın dağlardan fışkıran sular gibi çırpınır, önce yatağını, sonra kendisini, en son menzilini bulmak ister. Zor ve meşakkatli bir yolculuktur bu… uzun ve yıpratıcı. Ben hala bu yolculuktayım… çok yıprandığım bir gerçek… bir o kadar yorgun ve bitkin olduğum da. Yatağımı buldum mu? Bunu söylemek biraz zor… Kendimi buldum dersem de yalan olur… bunlara sahip olmadan menzil aramakta boşa bir gayret… çünkü ufuklar puslu ve uzak.
Bu durumun açık ve net anlatımı şu mu; “…bir baltaya sap olamadım… olma ihtimalimde yok…”
Günümüz hayat şartları içinde ne baltanın bir değeri vardır, nede bir baltaya uygun bir sap olmanın. O zaman balta gibi sapta sembolik bir tanım… Balta sembolik olarak kişinin iş veya meslek sahibi olmasını, sap ise meslek veya iş hayatında sebat göstermesini ve tutarlı olmasını sembolize ediyor olabilir. Bence bu mümkün… çünkü balta iş görür, baltanın iş görmesi için uygun bir sapa ihtiyaç vardır.
Belki de bu tabir, insan ve insan karakterlerinin, kabiliyet ve becerilerinin toplum hayatı üzerindeki önemini vurgulayan mecazi bir tabirdir… Sap baltaya uygun olmaz ve kullanımında denge sağlamazsa, baltanın iş görme kabiliyeti zorlaşır… kullanımı güç ve meşakkatli hale gelir. Bu durumda baltanın önemi kadar, sapın baltaya uygunluğu da önem arz eder. Yani iş ve meslek sahibi olmak kadar, işinde ve mesleğinde sebat etmek ve tutarlı olmakta önemli demek ki… Diyelim ki balta keskin, sap baltaya uygun… iş görür mü? Hemen evet demek biraz zor, çünkü baltayı kullanacak usta bir el ve kullanılacağı da uygun bir ortam olması gerek… Bu usta kim olacak… bu ortam nasıl oluşacak… elde edilen ürün, mahsul veya hizmet nasıl ve nerde değerlendirilecek… bence asıl mesele burada.
Peygamber olmak mı önemli, Peygamberlik yapmak mı? Peygamberlik Allah’ın(c.c) iradesinde ortaya çıkan ilahi bir seçim… Peygamberlik yapmaksa bu ilahi seçimin murat ve amacını hayata geçirmek, uygulanabilir hale getirmektir. Zor ve meşakkatli olan bu… ilahi seçim bu zor ve meşakkatli görevi ifa edecek insanı Peygamber seçer ve görevlendirir. Birlikte yaşayan insanların ortak akıl ve iradesi de bazı seçimlerde bulunur… bulunmak zorundadır. Baltanın iyisini, sapın uygununu ve baltayı kullanacak maharetli ustayı seçmek ve güven izhar etmek gibi. Bu seçim ve güven sonucu uygun ortam oluşur, değerler, yetenekler, kabiliyet ve maharetler gelişmeye başlar ve faydalı sonuçlar ortaya çıkar… bakımı yapılmış verimli toprağa uygun tohumun atılması gibi bir şey.
Acaba bu şu demek mi; aile hayatı başta, sosyal hayat, yani toplumsal hayatın kendi içinde var olan değer ve kabiliyetleri keşfetmesi, sahip çıkması, ihtiyaç haline getirerek, ona duyduğu ilgiyi, alakayı, bilhassa taktir ve talebi ortaya koyması gerek… aranan ortam bu olsa gerek, anlatmak istediğim de bu…
Yani ne balta tek başına bir iş görür, ne baltaya uygun takılan sap… nede bu baltayı tutan usta bir el… Önemli olan baltayı bilmek, baltaya uygun bir sap takmak ve baltayı kullanacak bilinçli bir el, yani usta bulmak ve ustanın rahat ve huzur içinde çalışacağı bir ortam oluşturmak.
Bence bunu yapmak önce aileye, sonra topluma düşer… en son devlet düzeni devreye girmeli. Çünkü devlet düzeni o toplumun hayat anlayışı ve değer algısına göre şekillenir. Yüce Allah(c.c.) bir tek ayetle bunu ne güzel anlatmış: “Siz nasıl bir topluluksanız öyle yönetilirsiniz.” Sözün bittiği, düşüncenin başladığı yer işte burası. Şunu da yazmadan edemeyeceğim, Peygamberler bile toplumların ihtiyaç ve talebi üzerine gelir… gönderilir. Peygamber Efendimiz(S.A.V) henüz doğmadan, bir Peygamberin geleceği söylenti haline gelmiş, gölgesi arşa düştü gibi manidar tanımlarla, bu talep halk arasında beklenti ve umut haline dönüşmüştü. Eğer toplumlar hakikat arayışına girerse, hakikatlerden beslenen gerçek değerler ortaya çıkmaya başlar. Bu bir balta olabilir… belki bir sap… belki de bir usta… Bu hakikat talebi baltada kalite, sapta uygunluk ve ustada ise kabiliyet ve maharet olarak ortaya çıkar… O zaman ben, bende beni bulurum, bir başkası kendisinde kendini… ortam böyle oluşur, değerler böyle ortaya çıkar. Yeren ve kınayan bir toplum yerine, ayıran, ayıklayan ve ön açan bir toplum olmak daha doğru ve yerinde bir anlayış, bir hayat tarzı olup karşımıza çıkıverir.
Başa dönüyorum ve ben hala kendimi arıyorum; beni, kendi çabamla benim bulmamı bekleyen ailemle birlikte toplumda kaybeder. Ben kendimi bulamazsam sadece ben kaybederim, ama bendeki değerleri görmeyen ailem, beni umursamayan toplum daha çok şey kaybeder. Bu yalnız kendi adıma yaptığım bir tespitte değildir… keşfedilmeyi bekleyen o kadar insan var ki… mezarlıklar bile keşfi yapılmamış merhumlarla dolu.
Bu yazdıklarımdan ne çıkar, okuyanlar hangi gerçekleri görür, hangi bilgileri elde eder bilemiyorum… bildiğim tek şey, bu yazı bir samimiyetin ürünüdür. Yani, balta olamayanın, sap bile olamadığının itirafı…
Bazı geceler ağrılar, sızılar içinde uyanırım… aklım acımakta, vicdanım sızlamaktadır. Neden diye sorarım kendime, bu içe gömülme, sosyal hayattan bu uzaklaşma neden… ve neden bu durgun, bu başarısız hayatı yaşamak mecburiyetinde kalışım… Oysa bu ağrıları, bu sızıları çekmek, bu sorularla insanın kendisi sorgulaması bile başarıdır; belki de hayatın iniş ve çıkışlarında seyahat etmesi. Ya bunları hissetmesem, aklımdaki acıyı, vicdanımdaki sızıyı bilemesem ne yaparım… kurumuş bir ottan ne farkım kalır. Öyleyse ben yaşıyorum… başarısız olsam da, bir baltaya sap olamasam da… ben yaşıyorum. Yaşıyorsam, başarılı olma ihtimalim de vardır… olmalı.
Saygılarımla.