“ Bir avuç hayatı vardı babamın; birde delik çorapları…”
Uzun süredir tasarlayıp durduğunuz, uzun, yorucu ve sıkıcı olacağı kanaatiyle çıkmakta tereddüt ettiğiniz bir yolculuktan oldukça rahat ve ferahlamış olarak döndüğünüzü hayal edin. Günün kızıllığı ufukta son nefesini verirken, evinizin dış kapısından ilk adımınızı atmış olun. Günler öncesinden kalan ve her yere sinmiş kendinize ait kokuyu çekin ciğerlerinize; özlediğiniz huzur ve sükûtu tekrar yaşamaya başlamışsınız, öyle hayal edin.
Yüreğinize çöken daralmalardan kurtulmak, sizi boğmaya başlayan hareketsiz ve durağan yaşantıdan bir parça uzaklaşmak için rasgele çıktığınız seyahat de sizi tatmin etmemiş olsun. İçinize aniden özlemi düşüversin yaşadığınız şehrin, mahallenin veya sokağın. Dönüş yolu umut ve hasret yolu oluversin; ne daralma kalsın yüreğinizde, ne boğazınızı sıkan o görünmez elden eser. Araçtan inerken duyduğunuz o derin rahatlamayı, toprağa ayak basarken ortaya çıkan o coşkunun ve kavuşma sevincinin duygularınıza yayıldığını hissedin bu kez.
Çok arzu ettiğiniz halde bazı nedenlerden dolayı hep ertelediğiniz bir dost, bir arkadaş ve yakınınızı ziyarete gitmişsiniz, öyle farz edin. El öpmüş, hayır dualarını almışsınız; hasta, yaşlı, hasret yüklü o insanların. Gönül rahatlığı içinde evinize dönmüşsünüz; ruhunuzun derinliğine kadar inen o ilahi huzurun tatlı sarhoşluğu sarmış olsun bütün bedeninizi; o anı öyle tahayyül edin.
Ola ki, hep hayallerinizi süsleyen yerleri, şehirleri, tarihi eserleri görmek, değişik ve çarpıcı manzaraları seyretmek, o hep anlatılan tat ve lezzetleri doğduğu yerde ve doğal haliyle tatmak için yanıp tutuştuğunuz bir geziye çıkmışsınız. Hayalini kurduğunuz her şeyi görmüş, tanımış, dokunmuş ve tatmış olarak dönüyorsunuz gittiğiniz yerlerden.
Sizsiz garip ve mahzun kalmış odanıza gönül rahatlığı ve özlem dolu olarak girmişsiniz; yokluğunuzda canlılığını ve renklerini kaybetmiş eşyalarınıza dokunmuşsunuz ben geldim dercesine. Çöken gariplik sizinle dağılmış, canlılığını yitir gibi olan hayat sizinle tekrar dirilmiş olsun; öyle tasarlayın bu manzarayı kafanızda…
Her insan gibi odanızda, sizinde rahat ettiğiniz bir köşe mutlaka vardır; usulca çöküverin o köşeye, hatta uzanın boylu boyunca. Beden enerjiniz tazelenmek üzere bitmiş, zihniniz tekrar dolmak üzere boşalmış ve rahatlamış olsun. Gönlünüzde birikmiş özlem ve arzular gitmiş, katlanarak büyüyen hasretler dinmiştir o anda. Daha açık bir ifadeyle hem doymuşsunuzdur, hem de doyarken boşalmış…
Dedik ya öyle farz edin, öyle hayal edin, öyle hissetin…
Serilip kalmışsınızdır uzandığınız yere; bulunduğunuz odanın tavanına dikilmiştir mutlaka gözleriniz. Kelebek hafifliğinde ince bir gülümseme kendiliğinden gelip konuvermiştir dudaklarınıza. Rahat ve huzur içindesiniz; sonrası derin bir uyku…
Eyvah, üzerinize battaniye almayı bile unutmuşsunuz; çoraplarınızı çıkarmak şöyle dursun.
İnsan yaşlandıkça gelecek umutları azalmakta, hayalleri silikleşmekte, arzu ve emelleri kartopu gibi erimekte yavaştan. Gidenin yeri boş kalmaz, başka şeyler doldurur boşalan yerleri. Geleceğe dair giden umut, hayal ve arzuların yerini geçmişin anıları, hatıraları alır; acı veya tatlı yaşanmışlıkların tortuları doldurur her boşluğu: Hayali cihana değer. Ne ki, soğuk, donuk ve uzaktır hepsi, ne yakalamak mümkündür, ne tekrar yaşamak…
Hafızamın derinliklerine yaptığım her dönüş bir yolculuktur benim için, bazen de bir seyahattir yukarıda anlattığım gibi… Çoğu zaman ziyarettir, unutulmuş bir büyüğün, bir dost ve arkadaşın gönlünü almak, elini öpmek, hatırını sormak istercesine… Kim zamanda bir gezidir, tarihi eserler gibi hafızamın korunaklı müzesinde saklanan anıları, hatıraları, yaşanmışlıkları tekrar görmek, dokunmak ve tatmak arzusuyla.
“Bir avuç hayatı vardı babamın; birde delik çorapları…”
Babama dair kurabildiğim en anlamlı, onu anlatabilecek en kısa ve kestirme cümle bu.
Bir avuç hayat mı olurmuş demeyin hemen, hepimizin hayatı bir avuçluk. Hayata delik bir çoraptan bakmakta nasıl bir şey diye hayret etmeyin; dün, yün örgü delik bir çoraptır bakana… Nasıl mı anlatacağım…
Beş kızdan sekiz yıl sonra dünya gelmişim; soy erkek evlat üzerinden devam eder ya: Öyle bilinir, hala da öyle biliriz… Toplumun en yanlış kanaatidir bu; niye babam soyunun devamını istemesin, onun hakkı yok mu buna: Var elbet…
KIZILCAKÖY’ deymişiz o yıllarda, toprak damlı bir evmiş oturduğumuz. Gerçi bütün evlerin damları toprakmış ya; kiremit nice sonra gelmiş köylere, çatıları süslemiş tüm haşmetiyle.
Her damda taş yuvaklar olurdu, hayal meyal hatırımda kalmış. Yağmurlu havalarda dam akmasın diye bu taş yuvakla toprak sıkıştırılır, biriken suyun aşağıya sızması önlenirmiş, söylenen bu.
Babamın tek hayali bir erkek evladının olması; dam akmış, akmamış umurunda bile değil. Ya annem yuvak çekermiş toprak dama her yağmurda, ya yaşça büyük, gücü yerinde olan ablalarım.
Sıkıntısını av bahanesiyle kendisini dağlara vurarak savuşturur, ya köy odasında lak, lak ederek geçiştirirmiş babam. Annem bu durumu bildiğinden pek kızmaz ve karışmazmış: “Salıverdim yularını bakalım nereye kadar gidecek” der, yaşadıklarını ve rahatlığını bu sözlerle açıklarmış konu komşuya.
Sonunda hamile kalan annem; ocak ayının ikinci haftası, soğuk bir ikindi sonrası dünyaya getirmiş beni. Oh be… Nihayet erkek evlat dünya geldi, soy kurtuldu.
Yedi yıl önce gözlerini kaybetmiş babaannem; itirazsız ve büyük bir itina ile baktığı, görüp gözettiği için önce anneme, sonra soyu devam etsin diye babama dua etmiş, hem de bıkıp usanmadan. Dualarının kabul olduğunu söylerdi, hiç eksik etmedi dualarını diye de açıklardı bu durumu annem: ‘Nuh’umun bir oğlu olmadan canımı alma Allah’ım’ diye bitirirmiş dualarını babaannem.
Ben ikindi sonrası dünyaya gelmişim, babaannem akşam ezanı okunurken vefat etmiş, başta annem herkes böyle söyledi. Oğlan sevinciyle ana acısını aynı günde yaşamış babam; babasını hiç hatırlamıyor.
Benim hayata gelişim babamı da gayrete getirmiş olmalı; dört elle sarılmış geçime. Kara sabanın arkasına geçmiş gâh demiş öküzlere…
Elbet bunları anlatacak değilim yazımda; babamın bir avuç hayatından kesitler aktarırken, delik çorapları üzerinden de dünyaya o umursamazlık ve hayat anlayışı içinden bakmaya çalışacağım.
Gerçekten babamın bir avuç hayatı vardı; din adına bu insanların önüne bir kucak günah yığan o din adamlarının aksine. Bir avuç hayatı olan insan nasıl bir kucak günah işlesin diye hiç düşünmeden; acımasız ve insafsızca…
O zaman dilimi içinde, hayat zor bile değil yok; yoksulluk değil yaşanan yokun yoksulluk olarak takdimi. Tek umutları var insanların, tek tesellileri, tek teskin oldukları, huzur buldukları kelime, söz veya kavram: Allah…
Tek güvence, tek teselli ve tek teskin edici söz… Allah.
“Bir avuç hayatı vardı babamın; birde delik çorapları…”
Yalnız babamın mı herkesin… Zalimler hariç… Soyguncular, vurguncular, arsızlığı ahlak elbisesiyle örtenler hariç…
Babamın bir avuç hayatını anlatırken bu bir avuç hayatın hala yaşandığına dikkati çekeceğim; hala yaşanıyor bu bir avuç hayat, yaşıyorum ve yaşamakta kaderimiz gibi.
O delik çorapların yırtık kısmından bakmaya çalışacağım dünyaya, ne kadar görünür bilemiyorum. Görünen ve görebildiğim manzaraları aktaracağım, tasvir etmeye çalışacağım. Dünü bugüne, bugünü de düne uyarlamaya gayret edeceğim. Her ne kadar hiç kimse delik çorap giymese, o yırtık yerden hayata bakmasa da.
1956 yılında göç etmişiz Kızılcahamam’a; umutlarla değil mecburiyetten. O günlerde altı yaşında olduğumdan, nereden bileyim mecburiyeti. Diz boyu kar olduğunu söylerdi annem, eşeklere yüklenmiş ev göçü düşülmüş yola. Çocuk aklı zorluğu oyun sanıyor, yokluğu olağan. Çok hatırımda yok o günlerin zorluğu ve yokluğu… Bulgur bulamaç derdi annem, yaza kadar idare ettik; satılan inek, öküz ve eşeğin parası da ferahlattı. Nedense lafın burasında sulanırdı gözleri. Köyden ilçeye inmek, yeni bir hayatın içine girmek öyle kolay değil demek ki. (Devam edecek)