“Yoksulluk yormamıştı babamı; yorgunluğunda sürülmüştü yokuşa…”
Ah şu kader tesellisi de olmasa, çekilmez olurdu hayat. Annemin alaycı bir tınıyla ara sıra söylediği ilginç bir söz vardı; ansızın başa gelen onulmaz acılar, telafisi mümkün olmayan kayıplar karşısında söylediği. Yaşanan o anki duruma açıklık getiren, misal teşkil edebilecek bir sözdü bu:
“Yağmur yok, yağış yok, Seyit Ahmet’i sel aldı.”
O mütevazi gülümseyişini hep bıyık altına gizlemeye çalışan babama döner ve: “Yalan mı, bak şu başa gelenlere…” diye de ilave ederdi; gevrek ama bir o kadar munis ve sevecen sesiyle.
Nedendir bilinmez muzip bir ifade düşerdi o masmavi gözlerine. Sonra hafifçe kısardı bakışlarını; hayatı hafife aldığı bilinsin istemezdi herhalde.
O gevrek ses icap ederse çokta sert çıkardı bazen, ne munisliği kalırdı, ne sevecenliği. Yokluk, yoksulluk, acı, dert ve keder böyle katı ve ketum yapabiliyor insanı demek ki; kadın erkek ne fark eder.
Bazen gerçekten böyle olur; durup dururken öyle bir olay ortaya çıkar, öyle bir durumla karşılaşırız ki, onulmaz acılar getirir insan hayatına, telafisi mümkün olmayan kayıplar ortaya çıkarır.
Ne yapacağını, nasıl davranacağını, kime başvuracağını şaşırır kalır insan; akıl durur, fikir kurur, izan kaybolur.
İşte o sıralarda kader devreye girer, hafif bir esinti olur, dağıtır o boğucu sıcağı, serinletir yanan kavrulan gönülleri. İlahi bir tesellidir kader, akıl sakinleşir, fikir kendi mecrasına kavuşur, izan gelip oturur yerine.
“Yağmur yok, yağış yok, Seyit Ahmet’i sel aldı.” Denir; olay kadere bağlanır, teskin ve teselli olunur kolayca. İnsan olmak böyle bir şeydir zaten; acıyla tatlının aynı bedende buluşması, kederle neşenin aynı dilde söze dönüşmesi.
Kahverengi gözlerinde acı karışımı bir hüzün dalgalanması olurdu her anlatışında; kuruyan dudaklarını ısırırdı babam, sanki o günü ve o anı bir daha yaşardı.
Büyükbaş olarak bilinen sığırlara has bir salgın başlamıştı yokluğun, yoksulluğun kader olup yaşandığı o zaman diliminde; köy, köy, dam, dam dolaşıyormuş bu salgın. Ağızda salya ile başlıyormuş, gözleri büyüyormuş hayvanların, karınları davul gibi şişiyormuş bir anda. Eğer dikkat edilmezse birkaç çırpınışta can veriyormuş; bıçağı yetiştiren hayvan sahibi şanslı.
Hele gecenin ilerlemiş saatlerinde ortaya çıkar ve fark edilmezse, sabah dama girildiğinde ölü bulunuyormuş hayvancıklar.
Gün çoktan kavuşmuştu babamın anlatımına göre, akşam ezanı okunmuş, hayvanlar dama konulmuş ama bir huzursuzluk, bir tedirginlik. Bazılarının soluk alışları farklı gibi gelmiş, gözleri biraz daha mı büyümüş ne. Kuşkulanmış babam ama yapılacak çok şey yok.
Yan komşunun bir öküzü o gün telef olmuş, bıçak bile yetişmemişti zavallı adam: Acaba hastalık sıçradı mı bizimkilere…
Akşam yemeğinden sonra damda ki hırıltıları kontrol etmek için annemle birlikte inerler; görürler ki öküzün biri can vermek üzere, diğeri çoktan gitmiş. İneklerden Sarıkızın ağzı köpürmekte, karnı davul gibi şiş. El ayak dolaşır, ne yapsak, ne etsek, feryat figan. Çoluk çocuk koşuşur dama. Yattığı yerde titremekte olan diğer öküz bari mısmıl gitmesin, koş bıçak getir demeye kalmaz o da gider… Bıçak ancak Sarıkıza yetişir: Bismillah, Allahüekber…
Ertesi gün köyün üst başına zor zahmet götürülür iki öküzün leşi, yüksekçe yardan yuvarlanır aşağı, mısmıl ölen diğer hayvanların yanına. Yarın dibi ölü hayvan leşleriyle doludur o günlerde.
Herkesin bir öküzü veya bir ineği ölürken, bir gecede iki öküzle, bir ineğini kaybetmiştir ailem; mezar sessizliği çökmüş eve, ablalarımın neşesi tümüyle kaybolmuş, annem kahrını dam küremekle gidermeye çalışmış. Babamın hali pürmelâli bambaşka, sigara yakmış sigara üstüne. Damda kalan bir dana, bir düve, birde karakaçan yaşlıca…
Sarıkızın etini pastırma yapmak gelmiş annemin aklına, sormuş soruşturmuş nasıl olacağını. Bilenler varmış demek ki; Sarıkızın etlerini seve okşaya önce bir tekneye tuza basmış, sonra çemen hazırlamış anlatılığı gibi.
Öküzü olmayan ev ekmeksiz kalmış tekne gibidir; tarla taban neyle sürülecek… Köylük yerde emanet öküz istenmez ki, verende olmaz zaten. Satılık öküz bulmak da çok zor, salgın kırmış geçirmiş öküz, inek ne varsa.
Uzak bir köyden haber gelir; satılık olmasa da fazladan iki öküzü varmış yaşlı bir çiftin. Koşar o yöne babam, cebinde beş kuruş olmadan. Varır dayanır kapısına yaşlı, beli bükük adamın.
Sen bilirsin der, derdini anlatır. Adam halden anlar gibi görünse de aksi biridir: Tamam satayım öküzleri ama para peşin der, diretir. Veresiyeye yanaşmaz bir türlü…
Etme tutma kâr etmez: Para peşinse al götür öküzleri der, başka bir şey söylemez yaşlı adam. Babam durumunu tekrar, tekrar anlatır; kimin oğlu olduğunu, soyunu sülalesini bir, bir ama nafile. Adam yumuşar gibi olur, bükük belli karısı karşı çıkar. Kadını razı eder gibi olur bu kez adam ayak sürür.
Yemin, Billâh boşa nefes tüketmektir, Nuh derler, iş Peygambere gelince söz geçiremez yaşlı çifte. İçinden ağlamak gelmiş babamın gülümsemiş, düştüğü hale gülmek istemiş hıçkırıklar tıkamış boğazını. Nasıl bir hal; anlatılmaz, yalnız yaşanır.
‘Yoksulluk yormamıştı babamı; yorgunluğunda sürülmüştü yokuşa…’ Dememiz bu yüzden. Boynu bükük dönmek üzeredir izi üstü, köy muhtarı devreye girer, tanımaktadır babamı birazcık. Salgından da haberdar… İkna eder yaşlı adamı, katar iki öküzü babamın önüne; ödeme güz sonu.
O gün yaşadığı çaresizliği ve ardından gelen umut ve coşkuyu hiç unutmamıştı babam; her hatırlayışında ilkin gözleri sulanır, titrerdi sesi. Daha sonra muhtara dualar eşliğinde keyiflenirdi birden.
Onu keyiflendiren bir başka hatıra da askerlikten kalmaydı: Salih OMURTAK Paşadan bahsederdi heyecanla. Akşamüstleri yapılan tadat da görmüş bir iki kere; gördün de ne oldu diye soran olmazdı nedense. Bir paşayı görmek ne getirir ki insan hayatına; o paşa, sen yine er. Nasıl bir gurur ve onur vesilesidir bu. Kadere bir tesiri var mı bu görmenin diye sormak kimsenin aklına gelmediği gibi kendiside sorgulamamıştı.
Bir kere de denetlemeye veya ziyarete gelmiş İsmet İNÖNÜ, çok uzakmış araları pek seçememiş: “Her hal kısa boylu biriydi.” Diye tarif etmeye çalışırdı babam.
Cumhurbaşkanı olduğundan hiç bahsetmedi ama o yıllarda öyle olmalı. Cumhurbaşkanları Başkomutanıdır ordunun; niye denetleme yapmasın veya ziyaret etmesin Trakya’daki birlikleri. Hele ortada bir de büyük savaş var ve tehlikesi sınıra dayanmışsa.
Babamın bir başka tesellisi veya avuntusu da şuydu; askerlik sırasında boyu ölçülmüş 1.66 çıkmış, kilosu 66 kg. Boyuyla kilosu tam uygun çıkınca başındaki komutan: ‘Asker dediğin böyle olur’ demiş. Nasıl sevinmiş babam bu uygun boy ve kiloya; nasıl şişinmiş ki anlatır durdurdu en güzel anıları arasına koyarak.
İhtiyat olarak çağırıldığı Trakya’da üşütmüş ayaklarını, ayazı yaman olur Trakya’ nın diye anlatmaya çalışırdı o iki saatlik nöbetleri. Rüzgâr bıçak olmuş kesmiş her gece; yürüsen ısınamazsın, koşar gibi yapsan nafile, hep zıplarmış olduğu yerde ama fayda yok. Eller uyuşur, bacaklar donarmış o keskin soğukta.
Bu üşümelerden sonraki günlerde hastalanmış babam, boy aynı kalsa da kilo falan kalmamış. Bir iki gün revirde yatmış, sonra koğuşta. Gençlik askerlikle birleşince hastalık vız gelir derdi kendisini övmek için; tekrar katılmış eğitime, talime, tadada.
Ne var ki bacaklarında bir uyuşukluk, bir kasılma, ara sıra düşen bir sızı.
Ayak parmakları arasında bir akıntı başlamış daha sonra, rahatlamış biraz ama bir koku ki sormayın. Çorapta dayanmaz olmuş bu koku dolu akıntıya, çürüyormuş bir iki günde.
Baharın ilk günlerinde terhis edilmiş, ayak akıntısı en kalıcı hatıra dönmüş köye. Annem onun yokluğunda daha bir çekip çevirmiş evi dört çocuğa rağmen; kurmuş kendine göre bir düzen. Babam bir müddet ayak uyduramamış bu düzene; annem titiz, annem kuralcı, annem tutumlu.
Önce ayak kokusu tartışma konusu olmuş, sonra annemin özenle eğirip ördüğü yün çorapların çabukça delinmesi, eskimesi. Hele kurduğu ev düzeninin bozulması, gevşetilmesine hiç gelememiş annem. Al sana hır gür…
O ara beşinci çocuğa hamile kalıvermiş annem: Sevgiden doğan kavga muhabbeti artırır derler; öyle besbelli…
Beşinci çocukta kız olunca annemin morali bozulurken, babam temelli bırakmış kendisini; hele akranlarının ‘Kötücü Nuh’ diye takılmamaları, ad takmaları tuz biber ekmiş babamın soy sürdürme yarasına.
Çeltikçi yol çalışmaları başlamış da uzak düşmüş köyden, akranların alaycı takılmalarında. Yol yapım şirketinin yetkilisi Hasan Kalfa babamdaki el becerilerini fark edince, onu tahta el arabası yapım ve onarım işiyle görevlendirmiş.
O günlerde ne gezer dozer, kepçe; metal el arabası bile yokmuş. Tahtadan yapılırmış el arabaları, yalnız yuvarlak tekerlekleri demirden. Çok çabuk bozulur, kırılır, dağılırmış bu el arabaları. Babam aylarca bu el arabalarını tamir etmiş, bir yandan da yenisini yapmış yedek olarak.
Marangozluğu hayli ilerletmiş ama yol yapımı da çabuk bitmiş; Hasan Kalfa babamdan çok memnun ayrılmış, helallik istemiş hakkını helal ederken.
Yine köy hayatına dönmüş ama her söz, her bakış batmaya başlamış babama, sıkılmış, bunalmış. Başka sebeplerde var mı bilmiyorum ama Kızılcahamam’a ilk göç toparlama böyle olmuş. En iyi bildiği meslek olan kunduracılığı yapmak için.
Kader bir kere ters gitmeye görsün, SOĞUKKUYU olarak bilinen lastik ayakkabılar çıkınca kundura giyen kalmamış, hadi dön yine köye. 1940 yılların sonu, şartlar ağır, koşullar zor.
Annem yine hamile kalır, yine bir umut belirir babam için: Bu bari oğlan olsun… Yıl 1950, Ocak ayının on biri, nihayet oğlu olur babamın, yani ben.
İkindi namazından çıkanları benim hayata attığım ilk çığlık karşılar. Babamın sevinci sınırsız, soy kurtuldu, kötücü değil artık Nuh…
Akşam ezanı okunmadan da yedi yıl âmâ kalan, durmadan dinlenmeden bir oğlu olsun Nuh’umun diye dua eden babaannem son nefesini vermiş: Oldu mu şimdi.
Hayatın ilginç ve bir o kadar girift tesadüfleri vardır; ödüllendirirken cezayı da esirgemez insandan. Babamın sevinci birkaç saat sürmez, ana acısını yaşamaya başlar bu sefer.
Günler çabuk geçer, sevinç alışkanlığa bırakır yerini, acı yerini hayat gailesine. Bir evde beş kız olurda dünür gelmez mi? Büyük ablama civar köylerin birinden dünürcü çıkar gelir; damat adayı da yanlarında. Bir tanıdıklarına misafir olurlar dünür olmadan önce. Bu ara el altından damat adayı da gösterilir ablama. Boylu postludur, saçlar taranmış, bıyıklar burulmuş, kelle kulak yerinde, akça pakça bir delikanlı.
Ablam beğenmiş olmalı, yaşananlar bunu gösteriyor çünkü. Akşam dünürcüler oturur bizim köşeye, isterler en büyük ablamı Allah’ın izni, Peygamberin kavliyle.
Zaman ister bizimkiler, bir araştıralım, soralım; düşünmeden pat diye olmaz bu işler. Uzun sürmez araştırma, ortaya çıkan manzara pek hoş değildir, gelen haberler berbat. Karışık bir ailedir dünür olanlar, nerede çalgı, oraya kalgı hesabı yaşayan, savruk, dağınık, perişan…
Çatıları çökük, kapıları yıkık, camları kırık cinsinden… Bir kaç gün sonra tekrar gelirler ama cevap olumsuzdur; hem de kesinlikle. Ne çare ablamın gönlü düşmüştür bir kere, gönülde ferman dinlemez.
Ev yapanla, evlenmek isteyene Allah yardım eder derler ama Allah’ın yardımından önce kullar işe karışması. Müzevirler, çöpçatanlar girer devreye; ablama kaç derler babamın kesin olmazına karşı, oğlana kaçır.
Bir gece, köye gizlice gelen delikanlının peşine takılır gider ablam; babamda şikâyet etmek için şehre uçar o sabah. Kızımı kaçırdılar şikâyetinde bulunur mahkemeye.
Tebligat çıkar birkaç ay sonra, duruşma gününü bildiren. O günü sabırsızlıkla bekler babam; hem kızın görecektir, hem de geri alacaktır kaçıran arsızlardan.
Duruşma günü heyecanla gelir Kızılcahamam’a, ablam koridorun karanlık bir köşesine sinmiştir; başı önünde. Yanında onu kaçıran delikanlı ve akrabaları… Umursamaz bir tavır içinde bulur hepsini, özür dilemek şöyle dursun, gülüp eğlenmektedirler kendi aralarında.
Günler öncesinden aklına girmişler ablamın: Aman ha demişlerdir kaçtım, kaçırdılar deme; ikisi de suç… hapse girersiniz. Ben gönlümle geldim de, birde bu adam benim babam değil dersen, kimse bir şey yapamaz: Hükümet bile… diye tembih ederler.
Duruşma başlar, önce babamın kimlik tespiti yapılır, sonra ablamın ve oğlanın. Babama sorulur: Şikâyetin ne? Anlatır, dilekçesini tekrarlar. Ablama sorulur: Bunlara karşı sen ne diyorsun?
Tembih aklındadır ablamın, kocasını sevmektedir besbelli: Ne kaçtım, ne kaçırıldım; bu adam da babam değil… deyiverir. Yer yarıldı girdim içine, tavan göçtü kaldım altında diye anlatırdı babam. Yumruklarımı sıkmışım, su damladı avuç içlerimden; başım döndü, içim bulandı.
Hâkimin ablama kızdığı, bağırdığı kalmış aklında: Yazıklar olsun senin gibi evlada, şu adamın haline bir bak da utan… demiş. Davamdan vazgeçtim Hâkim Bey diyebilmiş babam, nefes almak için dışarı atmış kendisini.
Aylar geçmiş aradan, ablamın adını hiç kimse ağzına almamış, ben henüz bir yaşındaymış o günlerde, ben nasıl alayım. Gelen giden ablamın bir kızı olduğunu söylemiş; ilk torun ama sevinen kim.
Doğumdan hemen sonra hastalandı haberi gelmiş, Ankara Numune Hastanesine yatırıldığı son duyum.
Hastaneden çıkamamış ablam, yıl 1952… Kimsesizler mezarlığına gömülmüş, henüz kırkı çıkmamış kız çocuğu da annemin kucağına bırakılmış: İster bak, ister at…
Aradan altı ay geçmiş itinayla bakılan torun kendisini toplar gibi olmuş, gülümsemiş ev halkına… Bir babam sevmemiş, okşamamış bu yetimi. Tam o günlerde ablamın kocası olacak adam da can vermiş, gülüşünü göremeden evladının.
Herkes baba bedduası demiş yaşananlara; yoksa yapılan yanlışların hayat içinde karşılık bulması mı? Hala bilen yok ablamın mezarını, kızı koca kadın oldu, onun da torunları var. Ne ki, hala o inkâr veya ret soğukluğu dolaşır gönüllerde, genlere kadar işlemiş besbelli.
Bir avuç hayatı vardı babamın; birde delik çorapları diye başlamıştık bu yazı dizisine. 31 Aralık 1975 günü vefat etmişti babam; yeni yılı göremeden. Vefatından on beş gün önce ayaklarını ovmamı istemişti; buz gibiydi. Parmak aralarındaki akıntı da yoktu o günlerde, koku kaybolmuştu. Ne var ki hala çorapları delikti…
Son sözleri şu olmuştu kısık ve hicranlı sesiyle:
“Her çocuk bir parça babasının kaderini yaşar: Kendine dikkat et…”
Kader teselli veriyor ama dikkate gelmiyor; sadece tecrübe kazandırıyor insana: Kazanmak isteyen olursa tabi… Son söz…
“Yoksulluk yormuyor insanı, yorgunu yokuşa sürenler olmasa.”
Saygılarımı sunarım.