banner94
BABAMIN  ÇORAPLARI… (5. Bölüm)

“Suskunluğu dili olmuştu babamın; efkârı, sigarasının dumanı…”

Günlerdir ayaz kesti Kızılcahamam; nedense böyle havaları bir utancın insan gönlüne düşmesine benzetirim hep. Utanmayı unutmamış insanlar, yaşadığı bir utancı böyle duyar vicdanlarında, mahcup bir bakış olur gözlerinde bu utanç, sinir uçlarına dokunur, duygularına siner, ruh derinliklerinde böyle hisseder ve yaşarlar: Ayaz keserken yürekleri, ciğerleri kor ateşlerde yanar.

Mevsim kış, günlerden ocak ayının tam ortası ama buna rağmen ne kar yağdı bu yıl, ne yağmur. Kuru, kupkuru bir hava, tek bulut yok gökyüzünde; her sabah şaka yapar gibi gülümseyen soluk ve soğuk kış güneşinin o yalancı tebessümüne alıştık artık.

Bu berrak ve duru havada keskin bir ayaz dolaşıyor her sokağı, köşe başlarında daha bir bileniyor nedense; üşütürken yakıyor, yakarken kavuruyor… Her dışarı çıkışta iğneler batırıyor yüzümüze, görünmez kırbaçlar indiriyor hafif esintiler eşliğinde: titriyor, sızlıyor ve kızarıyor tenimiz.

Öylesine bir yağmur özlemi içindeyim ki bu son günlerde anlatamam; usuldan başlamalı, inceden yağmalı ve sessizce dökülmeli gözyaşı gibi.

Fırından yeni çıkmış taze ekmek gibi kokmalı toprak burcu, burcu; yağmur damlaları yapraksız kuru ağaç dallarında birikmeli ve ben hayal kurmalıyım hülyalı bakışlarla penceremin önünde.

Yahut incecikten kar tutmalı karanlık çökerken bir akşamüstü, esen rüzgârda elif, elif diye tozmalı kar tanecikleri; Karacaoğlan olmasak da azıcık şairliğimiz vardır bu tozutmalara karşı.

Eşimi yanıma alarak yürüyüşe çıkmalıyım çöken karanlığa karışarak. Yağan karın keyfine ancak böyle varılır, tadı böyle çıkar, böyle giderilir çekilen özlem. Nereye gideceğiz… yol ne tarafa götürürse…

Hiç konuşmadan yürümeliyiz, umudun ve özlemin yerini huzura bıraktığı o suskunluğu içinde. Hayatı da peşimizden sürüklemeliyiz; elif, elif tozarken kar tanecikleri; hayatta bizi çekip götürmeli, nerede yaşanıyorsa oraya. Suskun, dalgın ve bütün doğallığıyla…

“Konuşmayı severim ama suskunluğa aşığımdır; hele kar yağarken…”

Babam o şafak vakti âşık olmuş suskunluğa ve hep suskun kalmış; dudaklarına konan o mahzun ve mahcup gülümsemeyle birlikte.

Bir yanlışlık varsa bana aittir; öyle umuyorum ki Hz. Âdem(A.S.) de, Cennet’ten kovulduğu, hadi çıkartıldığında diyelim, o anki utancının suskunluğunu yaşamıştır; öyle tasavvur ve tahayyül ediyorum.

Bu suskunlukta haykırmış dua haline getirdiği pişmanlığını; nasıl söze döktüğünü hepimiz biliyoruz: Yüreğini Rabbine sunarcasına demiştir ki: “Ben nefsime zulmettim…”

Bu kıssanın başlangıcı nasıldır hatırlamaya çalışalım; Hz. Âdem Cennet’tedir. Cennet, dünya gözüyle görmediğimiz, tatmadığımız her türlü güzellik ve nimetin hazır ve nazır olduğu bir bahçedir; her türlü meyve ve yemişin mevsimsiz yetiştiği, altından en berrak ve bereketli ırmakların aktığı…

Barış, huzur ve selamın iklim olarak yaşandığı bir yerdir Cennet. Böyle bir bahçeyi ancak Allah(c.c.) kurabilir ve sunabilir lütuf olarak insana.

Sonsuz bir özgürlük, huzur ve esenlik vardır bu bahçede, tek bir yasak dışında. Ey Âdem eşin Havva ile ye, iç, gez dolaş ama dokunma bu yasak ağaca, ola ki meyveye buyurmuş bu bahçeyi kuran, nimet ve lütuf olarak sunan Allah(c.c.)

Bu kadar huzuru, esenliği ve nimeti sunan Allah, neden bir tek ağaca yaklaşmayı, ola ki meyveyi veya yemişi yemeyi yasaklamıştır atamız Hz. Âdem ve insanlığın ilk anası Hz. Havva’ ya. Neden olabilir bu… Hiç düşündünüz mü?

Hâşâ, Allah’ı sorgulamak için olmasın bu düşünce, insanı tanımak, kendinizi bilmek için soralım ve cevap arayalım haddimiz aşmadan, akıl ve mantık sınırlarını geçmeden bu soruya; düşüncemiz ne kadar derin, geniş ve keskinse.

Şöyle başlayalım; Hz. Âdem ile Havva’ ya bulundukları Cennet’ de hiçbir şey yasak olmasaydı ne olurdu; empati yapmayın, hiç kimse bir başkasının yerine geçemez çünkü. Kendinizi o Cennet’ de farz edin, sizin için her şey mubah; yasak yok, haram yok, günah yok.

Ne yaparsınız, nasıl davranırsınız; yer içer, yan gelir yatar mısınız? Yoksa zaman geçtikçe bir kurt mu düşer aklınıza, bir merak mı tebelleş olur bütün duygularınızı ele geçirmek istercesine. Önüne geçilmesi imkânsız bir yangının içinde mi bulursunuz kendinizi. Arzu ve ihtiras menşeli içgüdülerinizin esir mi olup çıkarsınız bir süre sonra: Hangisi…

Yaratan, yarattığını bilmez mi? Bilir elbet…

Huzur, huzursuzluğunuz olmuştur, rahatlık cam elyaf gibi kaşındırmaya başlamıştır her bir duygunuzu. Bilmek, öğrenmek, aramak ve bulmak ister insan o ilahi esenliğin içinde; ruhunuz varlık elbisesinden kurtulmamışsa eğer, can kuşu uçmamış, ruhu sahibine geri dönmemişse.

Cennet’te yok, yok olsa da siz yoku aramaya başlarsınız, her tat, her lezzet yavanlaşır başka tat ve lezzet var mı sorusunun merakı iğneler aklınızın en hassas yerini.

Keşfetmek istersiniz Cennet’in sınırlarını, öğrenmek istersiniz başka yaşayan birileri var mı, gitmediğiniz köşelerde görmediğiniz neler var, neler yok. Berrak ve bereketli ırmakların kaynağı nerededir, nereye akar böyle sessiz ve sakin. Bir sınırı varsa Cennet’in, o sınırın dışında neler vardır, kimler yaşar, nasıldırlar, neye benzerler. Hep bir merak, hep bir şüphe, hep bir vesvese…

“Yaratan, yarattığını bilmez mi?” Bilir elbet…

İşte her insanda olan bu merakı, bu şüpheyi, bu vesveseyi bir ağaca, ola ki bir meyve veya yemişe bağlamak, o tek nesnede veya objede tutmak mı istemiştir Yüce Allah: Ben nereden bileyim, benimkisi hâşâ diye başlayan bir düşünce, bir tasavvur, bir hayal sadece.

O tek yasak veya haramla oyalanmamız murat edilmiş olabilir mi; o sonsuz hak ve özgürlüklerin yaşandığı Cennet’te. Kuralın, yasağın ve haramın olmadığı yerde hak kavramının ne önemi olabilir. Özgürlük sınırsız, kuralsız ve yasaksız olursa anlam kaybına uğramaz mı?

Eğer o tek yasak olmasa ve çiğnenmeseydi; Hz. Âdem ve Havva anamız, Cennet’in sınırlarını ararken sınır dışına kendi başlarına çıkmış olsalardı. Veya ırmakları takip ederken Cennet’in dışında bulsalardı kendilerini ne olurdu: Ben nefsime zulmettim diyen bir Hz. Âdem’ mi çıkardı karşımıza, yoksa: İnsani bir meraktı, çıktık da ne oldu diyen bir umursamaz tavır mı karşılardı hayatı. Nereden bilelim demeyin; Allah en doğrusunu bilir… Çünkü ‘O’ Allah, ilmiyle her şeyi yaratan ve kuşatandır.

Bütün bunlara rağmen Hz. Âdem ve Havva anamız yine o tek yasak ağaca dokunmuşlar, o meyve veya yemişi yemişler. Ne kadar garip ve ilginç bir durum değil mi?

Bence değil, insan olmak bunu yapmayı gerekli kılar; eğer melek olmak istemiyorsak. Yüce Allah şöyle buyurmuyor mu: “Eğer günah işlemeyen bir topluluk olsaydınız sizi helak eder, yeni bir topluluk yaratırdım sizin yerinize.” Bu mealde bir ayet… Başta dedim ya; ben bildiğimi değil duyduklarımı, okuyup aklımda kalanları yazıyorum.

Yanlış anlaşılmaktan korkmam, yazdıklarımı yanlış anlayanın doğruymuş gibi anlatmasından korkarım. Mealini vermeye çalıştığım bu ayette yanlış anlaşılıp, doğruymuş gibi anlatılmasın; yanlış yazmış olabilirim.

Yüce Allah bu ayet mealinde günah işleyin demiyor, günahsızlığı seçerek inzivâyâ çekilmeyi yasaklıyor. Melek olmadığımız hatırlatıyor bizlere.

“Duanız olmasaydı ne değeriniz olurdu” ayetiyle de bu hayat anlayışına değişik bir açılım getiriyor. Melekler Allah’ı takdis ve tespih ederler; dua da ederler mi, buna delil olacak başka bir ayet var mı gerçekten bilmiyorum.

Dua, eğer Yüce Allah’a bir yakarış, O’nun ilahi yardımını talep, yapılan bir hata, suç veya günahın pişmanlığını O’na iletmek, itiraf etmek, boyun bükerek af ve mağfiretini en samimi duygularla istemek değil mi? Biliyoruz ki Melekler nurdan yaratıldıklarından nefis taşımazlar, günah işleyemezler ve hiçbir ihtiyaçları yoktur. Ne talep edebilirler ki Rab’lerinden. O zaman dua yalnız insana ait, insan olarak yaratılan bizlerin yakarışı, isteği ve talebidir dua; bu yüzden duamız olmasa ne değerimiz olur ki Rabbimizin katında.

Hz. Âdem’in Cennet’ten çıkarıldığında ettiği de bir dua: Ben nefsime zulmettim…

Beni duy çağrısı ve yakarışıdır bu söz. Pişmanlığımı insanlığımda gör, beni affet, beni bağışla; beni Sen’ siz, Seni bensiz ayrı koyma talebi, isteği ve arzusudur bu yaptığı.

Ne müthiş değil mi? Pişmanlık insanlıkla aynı yaşta… Dua biraz daha genç pişmanlıktan…

İşte beşer olarak yaratılan insan, dua haline getirdiği pişmanlığıyla kazanıyor, elde ediyor insanlığını; ibadet ve iman gücüyle ulaşıyor kulluğa.

“Suskunluğu dili olmuş babamın; efkârı, sigarasının dumanı…”

Yıl kaçtır, ülke ve de dünyada neler yaşanmaktadır, hayat nasıl akıp gitmektedir nerden bilsin babam.

Kasabaya inen muhtar ne getirirse haber olarak veya şehre giden varlıklı birileri hangi malumatla dönerse hepsi o.

Gelen jandarmalar çok konuşmaz, tahsildarın ağzından laf almak parayla, ormancılar da babamdan farksız; bihaberler ülkenin gidişatından, dünyanın hali pür melalinden.

İhtiyat olarak silâhaltına çağrılır bir gün; yine kız olan dördüncü çocuğu henüz iki yaşına yeni basmışken. Annemi dört çocukla bırakarak katılır kıtasına ama gözü arkadadır. Nasıl olmasın, dört kız çocuğu ve tek başına bıraktığı bir kadın.

Mahzunluğun yerine mağdurluk ve hasret düşer gözlerine, daha bir suskunluğa gömülür ki, efkârını savurur sigara dumanlarıyla Trakya semalarına.

İkinci Dünya Savaşının başladığı, kan ve gözyaşının, uçuşan mermiler, patlayan bombalar gibi toprağa karıştığı, bulaştığı yıllardır.

Lüleburgaz ve Babaeski çevresinde ihtiyat askeri olarak zaman tüketir, ömrünü törpüler babam. Böyle anlatırdı yaşadığı o günleri, hiç yaşamak istemezcesine, yutkunarak, zorlanarak…

Suskunluğu dili olmuştu babamın; efkârı, sigarasının dumanı…”

(Devam edecek…)


Avatar
Adınız
Yorum Gönder
Kalan Karakter:
Yorumunuz onaylanmak üzere yöneticiye iletilmiştir.×
Dikkat! Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, müstehcen, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.

banner83

banner26