CHP'DEN NEFRETİMİN SEBEBİ 1.
Yok hayır CHP'den nefret etmeye cesaretim yok. Bu sadece dikkatinizi çekmek için başvurduğum bir hile. Bu yazıda CHP'ye nefretimi kusmayacağım, belki biraz sitem, ama nefret yok. Hem nefret aşkın öteki yüzü değil midir? Ya eski aşkımızdan nefret ederiz, ya da aşkımıza karşılık vermeyenden. Nefret ettiğimiz aynı zaman da aşık olabileceğimizdir. Nefret ediyorsak eğer, karşımızdaki hiç kimse değildir. Nefret edebilecek kadar değer verdiğimizden nefret ederiz. Kıymet bilene nefretimiz bile değerlidir.
Bir şeyi anlamak için evveliyatını bilmek gerekir. Bilmek için deşelediğimiz evvelin de evveli vardır. Evveli anlamak için evvelini bilmek gerekir. Bu çaba bizi nerdeyse Adem'e götüreceğinden, evveli deşelemeyi bir noktada keseriz. Eksik, yavan, yaşık anlayabildiklerimizle yetiniriz. Engin Ardıç'ın "Osmanlı Bozgunu Bitti" başlıklı yazısında ki anlatımı cuk oturuyor. (Kemal Tahir'in unutulmaz "tesbitlerinden" biridir. Demişti ki:"Osmanlı bozgunu bitmedi, içimizde yaşıyor." Buna unutulmaz bir cümle daha ekleyelim. Gelmiş geçmiş en büyük üç beş romancıdan biri olan William Faulkner'ın lafıdır: "The past is never dead, it is not even past." "Geçmiş asla ölmüş değildir, geçmiş geçmiş bile değildir.")
http://www.sabah.com.tr/Yazarlar/ardic/2010/10/28/osmanli_bozgunu_bitti (Bu yazının tamamına katılıyor değilim.)
Konumuz CHP. Gibi ama aslında Türkiye. Önce neden Ataparti dediğimi açıklamam gerek. Yanlış hatırlamıyorsam Akp yöneticilerinden biri, Hüseyin Çelik olabilir, kendi siyasi hareketlerini Demokrat Parti'nin damarlarından biri olarak nitelendirmişti. Yani "biz de Demokrat Parti hareketinin devamıyız" anlamında. Demokrat Parti de CHP içinden çıktığına göre CHP bütün partilerin atası oluyor. CHP'ninde İttihat ve Terakki'nin bir versiyonu, devamı olduğu söylenir. İttihat ve Terakki'ye de Kökparti diyelim.
Başlangıçlar tehlikelidir. Başlangıcımız tehlikenin başladığı günler olsun. Devlet-i Âli Osmanî gençliğinin, gücünün, kudretinin zirvesinden düşmeye başlamıştır. Önceleri Avrupayı, Batıyı umursamaz. Yıllar geçtikçe işin şakası olmadığı anlaşılır. Önce küçümseme, sonra ciddiye almama, sonra şaşırma, sonra korkma, sonra atalet, bunalım, sonra bir çıkış yolu arama, özenti, taklit, değişim, reform, ıslahat, inkılap, tanzimat, teslimiyet, direnç, savaş, yenilgi, barış, yenilgi, zafer yenilgi, hep ricat hep ricat, ver kurtul, vs. vs.. Bütün bunları bazan hepsi birbirine girmiş halde, bazan sıralı bazan sırasız yaşadığımız tam sene asır. Batı dünyayı ahtapot gibi sararken, Osmanlıya da yavaş yavaş sızar. Bir noktadan sonra Batı ve Kuzey güncel dengeleri gözeterek, bir gün biri, öteki gün ötekileri Osmanlıya destek çıkar. Kavalalı Paşa (oğlu mu yoksa?) Mısırdan ordusuyla Kütahya'ya kadar gelir. Ruslar Osmanlı'ya destek olmak için İstanbul'a çıkar. Kırım savaşı olur, İngiliz Fransızlarla Ruslara karşı savaşırız.
Bu uzun düşme sürecinde ulufe olarak dağıttığımız ayrıcalıklar Kapitülasyonlar genişledikçe genişlemiş ülkenin ne gümrük duvarı ve hukuk birliği kalmıştır. Devlet borç batağına sokulur. Her azınlığın sırtını dayadığı bir yabancı ülke vardır. Pardon onlar Tanzimattan sonra azınlık bile değildir. Hıristiyan vatandaşlar diyelim. Hatta bir kısım müslüman vatandaşlar.
Abdülhamit dönemine geliriz. Kimi Kızıl Sultan der ona, kimi Ulu Hakan. Ülkenin demiryolu şebekesinin temeli onun zamanında atılmış, onun zamanında genişlemiştir. Ama bu demiryollarının hep yabancı şirketler tarafından yapıldığı, işletme haklarının bu şirketlerde olduğu, yapılan hatların tamamen yabancı şirketlerin çıkarlarını gözeterek hazırlandığı, birbirleriyle bağlantılarının olmadığı, ülkenin sivil yada askerî ulaşım ihtiyaçlarının gözetilmediği Ulu Hakan diyenler tarafından söylenmez. Dûyûn-u Umûmîyenin Sultan 2. Abdülhamit zamanında faaliyete geçtiği, yabancı müdahalesinin ülkenin bütün kaynaklarını kontrol ettiği söylenmez. Ya da Kızıl Sultan diyenler bu kızıl Sultan lafının bile kaynağının batı olduğunu, Osmanlının son döneminde yapılan en büyük modernleşme hamlesinin Abdülhamit zamanında yapıldığını, Cumhuriyeti ilan eden, kurtarabildiğimiz son toprak parçasını Türkiye yapan asker neslinin hep onun hükümran olduğu zamanda yetiştiğini söylemezler. Nihayetinde 2. Abdülhamit son Osmanlı padişahıdır. Padişah olabilmiş son Osmanlı.
O da kurtuluşu, selameti bu tarz-ı siyasette görmüş. Belki kaçınılmaz olduğunu gördüğü felaketi geciktirmekle kendini vazifeli saymış. 1. Meşrutiyet, anayasal rejim.. Bakmış olmayacak. Meclis tatile, Mithat Paşa Yemen'e boğulmaya. Sonra bir sıkı düzen kurulur istibdat dedikleri. Halka yönelik bir işkence bir eziyet mi var? Hiç öyle bir şey okumadım. Ama bugün "aydın" dediğimiz kesim hep şüphelidir. Bu sıkıdüzen kendi muhalefetini doğurur. Muhalifler en batıcısından en İslamcısına kadar uzanan bir yelpazededir. Ziya Paşa da muhaliftir Namık Kemal de Hüseyin Cahit'te, Abdullah Cevdet'te, Mehmet Akif de, Tevfik Fikret de, Said Nursi de. Mustafa Kemal de.
İlber Ortaylı'nın "İmparatorluğun En uzun Yüzyılı" dediği 19. yüzyılın ilk çeyreği şaşkınlığın komasında, 2. çeyreği Yeniçerilerin topla tüfekle kılıçla baltayla tasfiye edilmesinden başlayan, "gavura gavur denilmeyecek" aşamasına varan tanzimatlarla, 3. çeyreği "yaptık bakalım ne olacak"tan, "ne yapsak olmuyor"a varan bir gayret bir beklenti ve hayal kırıklığıyla, son çeyreğini de "bu böyle olacak, ben yaptım oldu" diyen 2. Abdülhamit dönemi siyasetiyle geçirmişiz. En uzun yüzyılın bir kısmında Fransızlarla dost geçinmiş, bir noktada Rusların koltuk çıkmasına muhtaç olmuşuz, bir noktadan sonra İngilizler toprak bütünlüğümüze kefil olmuş. Abdülhamit anlamış başa gelecek olanı, elden geldiğince geciktirmeye çabalamış. Donanma Haliç'te çürümeye bırakılmış, meselenin donanmayla çözülmeyecek kadar vahim olduğunu herhalde anlamış. Abdülhamit dönemi maçın uzatmaları aslında, Osmanlı için sonun başlangıcı, bir taraftan Genç Subaylar yetişirken, bir yandan da Osmanlının tasfiye edileceği dünya siyaset taşlarının yerine oturmaya başladığı, suların ta Okyanuslara kadar ısınmaya başladığı dönem.
İttihat ve Terakki kurulur. İçinde Mason, gayrimüslim, Rum, Arap, Çerkez, Arnavut, Türk herkes vardır. Devletin altını oyabilecek adamlardan, devleti kurtarabilecek adamlara kadar. Abdülhamit karşıtıdırlar. Ama acaba samimi olanlar neye niçin karşı olduğunu biliyor muydu? Askıya alınmış 1876 anayasasının uygulanması, meclisin açılmasını isterler. (O zamanın açılım ve demokratikleşme talepleri de böyle oluyormuş demek ki.) Hatta bunun için Genç Subaylar dağa bile çıkar, paşa suikastleri yaşanır. En sonunda Abdülhamit pes eder. "Tamam evlatlarım" der, "gelin meclisi de açalım, anayasayı da uygulayalım, hepinizi affettim" der (misal bu ya) Bütün Osmanlı vatanında Hürriyet sevinci yaşanır, bayramlar yapılır. Ama vatandaş ne bilsin meclis ne hürriyet ne? Abdülhamit Han'ın hala padişahtır. Sonra bir şeyler olur, kimin eli kimin cebinde belli değil, İngiliz mi Alman mı yoksa ikisi mi karıştırır bilinmez 31 Mart vakası olur. Rumelideki düzenli ordu, içine sistem karşıtı çetecileri de alarak (Bu tabir şimdiki zamana has bir niteleme, Bulgar-Makedon çeteleri falan) İstanbul'a yürür. Herkes o ordudadır. Enver Paşa oradadır. Mustafa Kemal de oradadır. Abdülhamit direnmez. Şehirde ufak tefek çatışmalar olur. Abdülhamit tahttan indirilir. İmparatorluğun en uzun yüzyılı biter. İttihat ve Terakki Cemiyeti, İttihat ve Terakki Partisi olur. Kökparti tek parti olarak arzı endam eder. (Başka partilerde var tabii, hatta sosyalist-komünist parti bile var ama hiçbirinin esamesi okunmaz, parti gibi tek parti İttihat ve Terakkidir.)
Burada kesiyorum. Son yazıdan bu yana kafam hep bu yazıyla meşgul. Bir kitaplık konuyu hataya düşmeden -elbette hataya düşeceğim, yanlışımı bulana teşekkür edeceğim- bir yazıda anlatabilmek mümkün değil. Doğrudan konuya girip güncel bir CHP yazısı yazmak da benim tarzım değil. Meseleyi tarihi süreci dikkate alarak, hatırlatarak bir sona bağlamak, ya da meseleyi anlamaya başlamak gerekiyor. Çünkü "The past is never dead, it is not even past."
Bu konuyu uzuuuun bir tek yazıda yazamayacağımı sonunda kabul ettim. Mecburen dizi olacak. Sonraki yazıda -güç yetirebilirsem- "ne oldu da oldu"ğunu yazacağım. Gücüm yetmezse, tarih hatırla(t)masına devam ederiz. Aşağıya yıllar önce okuduğum ve hep aklımda kalan bir ropörtajdan alıntı ekliyorum.
"Osmanlı’nın son döneminde çok büyük bir kimlik krizi yaşanmış. Bu krizi ben kendi ailemde de müşahede ettim. Avrupa’nın bu dönemdeki, parantez içinde o müthiş ilerlemesiyle bir şekilde öyle bir yetersizlik duyguları oluşmuş ki Türk aydınının içinde, karşı tarafı yüceltirken bir yanda kendilerini çok değersiz görmüşler. Türk burjuvazisinin İslam’dan da kopması aynı sebebe dayanır. Aileme baktığımda, çok ilginçtir, eski ailelerin hepsinde bir şeyh, bir ehl-i tasavvuf vardır; ama 100 sene kadar bir zaman içinde birdenbire sanki bir deprem yaşanıyor, ateist oluyorlar. Benim ailemin içinde Allah tanımayanlar, Allah’la alay edenler vardı. Bunlar şeyh torunları. Akıl almaz boyutlarda bir kimlik krizi bu. İmparatorluğun çöküş nedenleri bizim hayat tarzımıza ve dinimize bağlanmış. Sürekli, planlı, programlı bir şekilde bedenimize zerk edilmiş bu düşünce. Sonuçta biz çok büyük bir imparatorluğu oluşturmuş olmamıza rağmen her şeyi bir taraftan yadsıyarak, hiçlik duygusu yaşamışız."
Geçmiş Kurban Bayramınızı tebrik ederim. Bil mukabele.