AD KOYMA KOMİSYONU…(2.Bölüm)
Yazımın birinci bölümünde, 2009 yerel seçimleri öncesi AK Parti Kızılcahamam ilçe teşkilatı üyeliğinden istifa ettiğimi yazmış, ‘dilekçemde ileri sürdüğüm önemli ve geçerli gerekçe de şöyleydi’ cümlesiyle de bu bölümü bitirmiştim. Bu şahsi konuyu anlatma sebebim neydi? Siyasi zekânın önemine vurgu yapmak ve Belediye Başkanımız Coşkun ÜNAL’ ın siyasi zekâsına da dikkatleri çekmek; küçük bir hatırlatma.
Bu bölüme bıraktığım yerden başlamak istiyordum ama ülke genelinde başlayan; ilçemizde de yeni, yeni ortaya çıkan, her geçen gün büyüyerek yayılan ve yaygınlaşan bir durum var. Oldukça sosyal, bir o kadar da siyasi bir algı bu; hatta bir olgu, anlayış ve yaşam şekli olma yolunda ilerleyen bir düşünce tarzı, karşı duruş veya itiraz şekli. Korku ve ürküntü veren bu gelişmeye örnek olması açısından birebir şahit olduğum bir olayı anlatarak söze başlamanın daha doğru ve yararlı olacağı kanaatine vardım ve paylaşıyorum.
Bu durumun nasıl ortaya çıktığına siz okurlarla birlikte şöyle bir göz atmak, neticesinin vahameti kadar sebeplerinin neler olabileceği hakkında bir parça akıl yürütmek, bilgi ve birikim ölçeğimizde bu gelişmeyi analiz ederek, tedbirli, temkinli olmak daha uygunmuş gibi geldi. Ortaya çıkan bu durumu tevil ve tefsir ederken yazı başlığına uygun bir ad koymak da lazım; olur ya, siz okurlarla birlikte bir komisyon oluşturur ve bir ad bile koyarız bu sosyal ve siyasi vakaya.
Elektrik faturamızı ödemek üzere eşimle birlikte PTT Kızılcahamam Şubesindeyiz; neden her yerde eşimle birlikteyim, buna da açıklık getirmenin tam zamanı. İlçemizde doktorluk yapan bir arkadaşın da bu birlikte gezip tozmalar dikkatini çekmiş olacak ki, sormuş ve şöyle cevap vermiştim: “Dün karımdı, bugün eşim…” Önce tam anlayamamış olacak biraz düşünmüş, sonra gülmeye başlamıştı muzipçe. Anladığını ve anlamlı bulduğunu sessizce başını sallayarak onaylamış ve ifade etmişti.
Çocuklarımız evlenmiş ve her biri bir yerlere dağılmış; yalnızlığın o doyulmaz tadına varırken, boşluğuna da yuvarlanmıştık eşimle birlikte. Her zaman ve her yerde, yalnızlığın tadına birlikte varmayı, boşluğuna birlikte yuvarlanmayı gönüllü tercih ettik ve bu yüzden beraberiz. Yani yalnızlığı birlikte yaşıyor, birlikte paylaşıyor ve birlikte takdim ediyoruz yalnızlıktan yakınan bizim gibi yaşlılara. Diyoruz ki: “Yalnızlık kimsesizlik demek değildir.”
Sonra otuz dokuz yılı günbegün yaşamak öyle kolay mı? Acılarımız olmuş derin ve dipli, paha biçilmez ve kelimelerin kifayetsiz kaldığı neşe ve mutluluklarımızda. İlk başta ayrı dünyaların iki insanıydık ev kurmak için bir araya gelen; bugün aynı dünyanın tek insanıyız birlikte yaşayan, birlikte ağlayıp, birlikte gülen. Neden her an ve her yerde birlikte olmayalım ki. Neden kimsesiz bırakalım birbirimizi… İşte elektrik faturalarını ödemek için bile birlikte oluşumuz bu hayat anlayışından ortaya çıkıyor.
O gün PTT Şubesi oldukça kalabalık; gişelerdeki memurlar tanıdık değil; eski memurlar emekli olmuş, yeni yüzler gelmiş onların yerine. Bekleme koltukları hınca hınç dolu, ayakta kaldığımızı gören gençlerden birisi eşime yer veriyor kibarca; bende oturağın bir kıyısına sıkışıyorum. Yan oturakta nur yüzlü, gülümseyen gözlü, iki büklüm olmuş yaşlı bir kadın var; yanı başında ayakta duran kendisinden daha genç, daha diri bir erkek. Kocası olamaz, oğlu da değil, öyle bir intiba uyandırmıyor insanda; ya damadı, ya bir yakını. Nereden varıyorum bu kanaate, evlat davranışı farklıdır; daha doğal, daha yakın ve daha sıcak. Yetmiş yaşlarındaki bu erkeğin davranışları bu tanıma uymuyor, gözlerinde ki bakışta. Çok dikkatlice incelemeye başlıyorum bu iki yaşlı insanı; kadın seksen yaşını çoktan geçmiş, erkek yetmiş yaşlarında olmalı. Erkeğin yüz hatlarını kopyalayıp hafızamın derinliklerinde gönderiyorum, bu sima yabancı değil, hatırlıyorum bir yerlerden ama nereden… Çok eski ve silikleşen anı ve hatıralarım arasında yok bu çehre; hafızamın yadsıdığı, yabancı bulduğu biri de değil ama kim…
Yüzündeki çizgiler derinleşmiş, saçları ağarmış, bakışlarında ki sevecenlik kaybolmuş fakat hala diri ve dirayetli görünen bu kişiyi zor zahmet hatırlamaya başlıyorum zaman ilerledikçe; yakın zamanlarda ilçemizde üst düzey görev yapmış ve emekli olmuş bir insan. Yanındaki yaşlı kadın da bir akrabası; aşina bakışlarla beni süzüşleri de bu yüzden olmalı. Gülümseyerek selam veriyorum yaşlı kadına, o da takatsizce gülümsemeye çalışıyor. Yaşça benden büyük olan kişiye yer vermeye kalkıyorum; “lütfen…” diyerek oturmamı istiyor. Sesindeki tını emredici, tahakküm etmeye alışkın bir tarz. Tam bu sırada numaraları beliriyor siyah ekranda, adam yaşlı kadını sürükleyip götürüyor bankoya. Gişedeki memur beş yüz lira sayıyor yaşlı kadının kuru ve titreyen ellerine. Ödeme makbuzuna mührünü basıyor, parmak izini alıyor daha sonra. Yaşlı kadın iki büklüm biraz önce kalktığı oturağa gelip tekrar oturuyor; elinde itinayla tuttuğu beş adet yüzlük. Ağzından aynen şu dua dökülüyor kısık ve yorgun ses tonuyla:
“ Allah devlete, millete ve hükümete zeval vermesin…”
Kadının yanındaki kişi bu duayı duyar duymaz hırçınlaşıyor, sevecenliğini zaten kaybetmiş bakışlarında daha farklı bir kızgınlık ve öfke beliriyor. Toplum içinde olduğunu unutarak azarlamaya başlıyor yaşlı kadını:
“Böyle dua etme… Dualarına hükümeti katma… Eğer hükümete dua edeceksen Allah zeval versin diye dua et… Allah zeval versin ve bir an önce defolup gitsin başımızdan…”
Benim gibi herkes şaşkın ve irkilmiş durumda… Nasıl bir öfke patlaması bu… Bir nefretin nasılda arsızca ortaya dökülmesi bu böyle… Herkes birbirine bakıyor, sakın karışma dercesine kolumu çekiştiriyor eşim. Yaşlı kadın üzgün, gitmek için yerinden doğrulmaya çalışıyor. Hafifçe kulağına eğiliyorum: “ teyze sen dua etmeye devam et…” diyorum. Sonra gözüme daha çirkin ve anlamsız görünmeye başlayan yüze zoraki bakmaya çalışarak: “ Teyzem Ak Parti hükümeti demedi, hükümete dua etti… Bugün AK Parti hükümette, yarın bir başkası…” Adam cevap vermek yerine yaşlı kadının koluna sıkıca yapışıyor, sürükleyip götürüyor dış kapıya doğru.
Yaşlı kadının aldığı beş yüz lira, hiçbir yerden geliri olmayan dul kadınlara iki ayda bir ödenen sosyal yardım olmalı. AK Parti hükümetinin son iki yıldır uyguladığı sosyal projelerinden birisi, belki de en önemlisi. Peki, bu yaşlı kadının yaptığı duaya karşı çıkan bu üst düzey memur emeklisindeki öfke patlaması, bu anlamsız nefret de neyin nesi? Nasıl bir mantıktır bu böyle; bu hükümet zamanında gerçekleştirilen bu sosyal projeden yararlansın diye yaşlı bir kadını PTT Şubesine getireceksin, sonra bu kadının hükümete ettiği duaya karışacak ve bedduaya çevirmesini isteyeceksin. Bu tutum ve davranışı analiz edilmeden siyaset yapılmaz, siyasi bir partinin yönetiminde de oturulmaz. AK Partili olanların, bu partiye gönül verenlerin dikkatine. Mesele AK Partili olmak, bu partiye gönül vermek değildir; bu öfkeyi anlamak, bu yaygınlaşan nefretin neden ortaya çıktığını araştırmak.
Gelin küçük bir akıl yürütmesi yapalım; bu durumu tevil ve tefsir etmeye çalışalım. Ne sevgi tek taraflı gelişir, nede nefret. Belki sevgi tek taraflı gelişebilir ama nefret asla tek taraflı olamaz, gelişmesi de mümkün değildir. Hele bu üst düzey memur emeklisindeki gibi dağ yangınına hiç dönüşmez. AK Parti Hükümeti ne yapıyor, nasıl bir tavır ve davranış içindeki böylesine bir nefreti körüklüyor, günbegün büyümesine sebep oluyor. Güçlü ve muktedir olan, yani iktidar sahibi önce adil olmak zorundadır; adaleti tesis etmeye mecburdur. Eğer zalim olmak ve zulmetmek istemiyorsa. Sonra her tavır ve davranışında merhameti ve şefkati öncelemeli ve herkese böyle yaklaşmalıdır. Daha açık bir ifadeyle; “AZARLAMAKLA, AŞAĞILAMAK” arasındaki yaşamsal farkı bilmeli ve gözetmeli. Muhalefeti eleştirirken aşağılamak şöyle dursun, azarlamaya bile kalkışmamalıdır. Maalesef bu nefret bu azarlamanın ve aşağılamanın neticesi olabilir. Buna aklımda oluşturduğum ad koyma komisyonu ne der, nasıl bir isim verir derseniz:
“NE HAYRAN KİTLESİ OLUŞTUR, NE DÜŞMAN KAZAN…”
Çünkü hayran olan, hayran olduğunu idraksizce takip eder; bu kalabalığı gören diğer kitle de anlamsızca bu kalabalığa düşman olur. Ne korkunç ve vahim bir durum… İki idraksiz kutup; hayran olanlarla, düşman olanlar. Henüz böyle bir kutuplaşma yok ama belirtisi var, karinesi sezilmeye başlandı. Küçük ama önemli bir uyarı… Aman dikkat…
Artık yazımın birinci bölümünün son cümlesine dönme zamanı geldi. İstifa dilekçemdeki önemli ve geçerli gerekçem neydi ona bakalım:
“Belediye Başkan Adayınıza oy veremem mümkün değil, böyle bir ihtimal bile yok. Peki, bu durumda ne yapmalıyım; partinize üyeliğimi baskı aracı yaparak bu isme oy vermeye kalksam, irademi paramparça etmiş, kişiliğimi sıfırlamış, şahsiyetimi oluşturmak için koymuş olduğum bütün prensipleri çiğnemiş olacağım. Partinize üyeliğim devam ederken bir başka partinin adayına oy vermeye kalksam, bu da siyaseten ahlaksızlık, ikiyüzlülük ve ihanet olacak. Kendi içimde kendimi inkâr etmiş durumuna düşeceğim. O zaman tek çare ve tek çözüm kalıyor… İzahına çalıştığım nedenlerden dolayı partinizden istifa etmek. İstifamın kabulünü ve kaydımın silinmesini arz ediyorum.”
Bu cümlelere benzer bir anlatımla 2009 yılı yerel seçimler öncesi AK Parti üyeliğinden istifa ettim ve dilekçemi posta yoluyla ilçe teşkilatına gönderdim. Dilekçem kabul görmüş olacak ki, son gelişmeye kadar ses seda çıkmadı. Siyasi zekânın önemini ve ilk işaretini lütfen bu suskunlukta arayın, bulmaya çalışın.
Son gelişme de şu; Gezi Olaylarından sonra hem Hükümet olarak, hem de AK Parti Genel Merkezi karşı bir duruş ve tavır geliştirdi. Milyonların katıldığı görkemli mitingler yapıldı, halkın genel temayülü sergilenmeye çalışıldı. Siyasetin icabı olarak yapıldı bütün bunlar, kabul de gördü.
STAT BURGER olarak bilinen, küçük çapta toplantıların, düğün ve nişan merasimlerinin yapıldığı salonun önünden geçer evimin yolu; işte o günlerde ziyaretimize gelmiş iki torunumun elinden tutmuş çarşı pazar gezmiş eve dönüyoruz. Anılan salonun önünde ellerinde Türk Bayrakları yoğun bir kalabalık var; aralarında geçmeye çalışıyorum. Âdem AKAY ve Hamza KOCAOĞLU ile karşılaşıyorum o kalabalığın arasında. Hemen birer bayrak tutuşturuyorlar torunlarımın eline; bayrağımız iki renkli ama çok güzel ve çok özel. Sanıyorum Âdem AKAY: “Ağabey, neden toplantılarımıza katılmıyorsun” diye soruyor. Alınganlığım üstümde olacak ki cevabım şöyle: “Partinizden istifa ettim ya; ne diye katılayım…” İkisi birden gülümsüyorlar, hangisi önce konuştu tam hatırımda değil: “Senin bir istifa dilekçen geldi ama biz işleme koymadık. Bir anlık kızgınlık olarak yorumladık…” Şaşırıyorum… Ne yalan söyleyeyim bir yandan da hoşuma gidiyor bu sözler. Adımın bir kalemde silinmemesini önemli buluyorum kendimce… Tafra yapmak geçiyor içimden: “Öyle şey olmaz, kaydımı silin…” diyorum. Yine hangisi tam bilemiyorum: “Kaydını silmek kolay… Kaydın olmasa da sen toplantılarımıza katıl…” diyor. Siyasi zekânın önemini ortaya koyan ikinci işarette bu… “Katılsam dinler misiniz? Katlanabilir misiniz bana…” Sözlerim yarım kalıyor, bir hay huy; kalabalık dağılıyor. İki torunumun elinde Türk Bayrakları içim ezik eve dönüyorum.
Kendime hınçla, öfkeyle yaklaştığım zamanlardan birini daha yaşıyorum; torunlarımın küçük ve sıcacık ellerinde teselli arıyorum bir yandan da:‘ Ne gereği vardı, neden kendini hep ön planda görmek istiyorsun. Değerli biri olsaydın mutlaka birleri keşfeder, ya bir sarrafın, ya da bir hurdacının eline geçerdin bugüne kadar. Boş yere zorlama kendini, hayata da bıkkınlık verme artık…” Böyle çıkışıyorum kendime ama insan nasıl değersiz olabilir ki; herkes köşe taşı olamaz belki, moloz denen dolgu taşı da lazım hayat duvarının inşasında. Hadi köşe taşı olamadık, niye moloz yerine bile koyan yok. Kum yoksa çimento bir işe yaramaz, hadi çimento değiliz kumda mı olamayız…
Bir yazımda şöyle demiştim; beğenenler olmuş: “ Yeri gelir kendimin savcısı olur, acımasızca sorgularım… Yeri gelir avukatı olur, sonuna kadar savunurum… Ama asla hâkimi olmam; yargılamaya, cezalandırmaya kalkmam…” (Devam edecek…)
Anahtar kelimeler: AD KOYMA KOMİSYONU…(2.Bölüm)
AD KOYMA KOMİSYONU…(2.Bölüm)
Yorumunuz onaylanmak üzere yöneticiye iletilmiştir.×
Dikkat! Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, müstehcen, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.