“ Hiç kimse deli değildir; çünkü akıl delirdiğini bilmez…”
Günü birlik yaşananları yazar, güncel olayları yorumlar, gündemde olan konuları deşer, işler ve çarpıcı hale getirirsem okuyucu sayısı artarmış; öyle diyenler oluyor, hadi akıl verenler diyeyim.
Doğru da söylüyorlar, Kızılcahamam’ın yerel gündemini takip edersem, yaşananları gündemime alır ve yazarsam, okuyucu sayısı artar, daha bir dikkati çeker yazılarım; önem kazanır, hoşa gider.
Hele hadiseleri abartır, olayları farklı yorumlar, yaşanan olayları kişiler üzerinden aktarır, özel hayatları karıştırırsam daha cazip hale gelir, takdir edenlerle birlikte tepki verenler, yorum yapanlar, kim bilir karşılık verenler bile olur.
“Kesrete ve kemiyete değil, keyfiyet ve mahiyete bakmak daha hoş, daha anlamlı ve daha değerli benim için…”
Yani çokluk ve yoğunluk değil nitelik ve nicelik, sayı ve miktar çokluğu değil asıl, öz ve esas önemli ve geçerli olmalıdır; böyledir hayat.
İnsan ne gündem belirleyen olmalı, nede belirlenmiş gündemleri takip eden; hele yazı yazanlar, benim gibi yazarlığa soyunanlar hiç yapmamalı bunları. Düşünce ve fikir âlemine adım atmış, hak ve hakikat peşinde koşanlar, varlık bilgisi edinmek ve bilincine erişmek isteyenler; yani kendisini arayanlar var ya, hiç yanaşmamalı bu rıhtıma, hiç basmamalı bu dalâlet batağına.
Ben böyle birimiyim? Neden olmasın diyeceğim haddi aşmak olur: Bende insanım diyeceğim; benimde hayallerim, umutlarım var demekle iktifa edeceğim sadece. Peki, ne yapmalıyız öyleyse…
Gündemi belirleyen olma, belirlenen gündemi de takip etme; o zaman ortada ne kalıyor ki: Hiç… Hiçlikte yazılır mıymış? Aslında hayat bir hiçtir; hiçlik içinde hayat bulur insanoğlu. Hiçliği öğrendikçe kendini bilir, hiçliği unuttukça kaybeder kendini. Hiçlikte gündem oluşur, bunu biliyorum; her gündemde bir hiçtir zaten. Bu yüzden hiçliği seçtim ben; kesreti ve kemiyeti değil.
Hiç nedir, bunu anlamak ve anlatmak lazım: Hakk’ın, hakikati var ettiği noktadır hiç. Varlığın yokluktan sıyrıldığı, beden elbisesini giydiği yerin adıdır hiçlik. Akıl hiçlik âleminde gerçek mahiyetine kavuşur, gönül aşkın hiçliğine bulandıkça dilde ifade olur, kelimelere döker kendini, sözde anlam bulur ve konuşur.
Hiç olmak arzusudur iman: Aşk bu yüzden hayatın imanıdır, imansa bu yüzden dinin aşkı.
Hadiselere bu noktadan bakar ve görmeye çalışırsanız mahiyet önem kazanır; kemiyet değil… Kişileri bu gözle süzer ve anlamaya gayret ederseniz kesret yitirir anlamını, keyfiyet vücut bulur: Keyfiliği keyfiyet sananların keyfi kaçar bu durum karşısında; her neyse…
Bir haftadır ayaz kesti Kızılcahamam; doyasıya üşüdük ama üşütmedik çok şükür. Doyasıya üşünür mü? Yaz tatilini deniz kenarlarında, sahillerde, plajlarda geçirenler nasıl ‘doyasıya yandık, güneşlendik’ diyorlarsa, bizde bu dondurucu ayazda onlara inat doyasıya üşürüz ama üşütmeyiz. Bizim tatilimizde ayazda olur, üşürüz doyasıya ama üşütmeyiz Allah’ın izniyle.
“Hiç kimse deli değildir; çünkü akıl delirdiğini bilmez.”
Bu güne kadar ne bir delinin ‘ben deliyim’ dediğine şahit oldum, nede bir akıllının, yalandan olsa bile, deli olduğunu söylediğini duydum. Bu yüzden böyle bir sözle başlamak istedim üçüncü bölüme. Eğer hiç kimse deliyim demiyorsa, deli yoktur o zaman; çünkü akıl delirdiğini bilmez.
Deniz seviyesi nasıl yükseklik ölçümünde sıfır noktası kabul edilirse, akıl ölçümünün sıfır noktası da bana göre deliliktir. Başka bir ölçüm öneren varsa buyursun; ben iddiamı hemen geri çekerim. Bu yüzden:
“Köy delisiz, şehir şairsiz olmaz…”
Akıl nasıl delirdiğini bilmez, bilmediği içinde deliliği kabul etmezse; şairde şiirlerinde delirir, kelimelerle, cümlelerle deliliğini ispata uğraşır; bir farkla: Şairler de deliyim demez ama akıllı olduğunu da iddia etmez.
Şairler şehirlerde iddiasız yaşar; çünkü medeniyet iddialar üzerine inşa edilmez de ondan. Asla yolculuk yapar şairler; iddia yolcuya yolu tarif etmektir, asla yolculuk değil. Şairler yola düşenlerdir, şair geçinenlerse yol tarifi yaparlar yolu bilmeden.
Şehirler bu yüzden şairsiz çekilmez. “Sana dün bir tepeden baktım aziz İstanbul…” diyen Yahya Kemalsiz, “ İstanbul’u dinliyorum gözlerim kapalı…” diyebilecek kadar İstanbul aşkıyla yoğrulmuş bir Orhan Velisiz nasıl bir İstanbul tasavvuru olabilir ki; düşüncesi bile korkunç ve ürkütücü.
İstanbul şairsiz ve şiirsiz de vardır; yaşar ve yaşanır ama kuru, yavan ve bayat bir İstanbul’dur o.
Şükür ‘Ankara’nın bağları’ türküsünü duyduk o oynak tınılar eşliğinde; yalan yanlış olsa bile bir Ankara tasavvuru oluşmaya başladı zihnimizde. Bu güncel türküleri beğenmeyen, sözlerini basit, vasat ve sıradan bulanlar var; müzik ve kalite adına haklılar ama hiç yoktan iyidir.
Bu konuda da rahmetli anneme kulak vermem gerekiyor: UBRUKİÇİ diye bilinen bir koruluk varmış KIZILCAKÖY’ de. Köyün eli tahra tutan genç kızları odun etmeye giderlermiş bu koruluğa. O yıllarda şehir hayatı bütün genç kızların hayallerini süsleyen bir rüya, bir düş; yine o günlerde dile düşen güncel bir türküyü bu hayale uyarlamışlar ve hep bir ağızdan söylemeye başlamışlar bir gün: Elde tahra, yedeklerinde karakaçanlar.
Köy Muhtarı Kara Hüseyin’inin yolu da o gün o koruluktan geçmekteymiş, duymuş genç kızların söylediği bu türküyü. Uyarlanan türkü şöyleymiş:
“Allah nasip ederse Ankara’nın içine…”
Tek bu mısrası kalmış Muhtar Kara Hüseyin’in aklında, annemde zaten bu mısraı naklederdi. Kızlar Muhtar Kara Hüseyin’e yalvarıp yakarmışlar: ‘Biz ettik sen etme’ demişler, ‘anlatma söylediğimiz bu türküyü hiçbir yerde.’ Olur demiş Muhtar Kara Hüseyin: “İki yer dışında hiçbir yerde söylemem” diye de yemin, kasem etmiş.“Bir caminin önünde söylerim, birde köy odasında; başka yerde asla konuşmam” diye de açıklamış bu iki yeri. Genç kızların en akıllısı atılmış orta yere: “Sen herkese söyleyeceğim desene…” diye çıkışmış yalvarıp, yakaranların aksine.
Dediğini de yapmış Muhtar Kara Hüseyin, genç kızların hayallerinin uyarlaması bu türküyü dediği gibi iki yerde söylemiş: Herkesler de duymuş ve konuşmuş; gülüp geçenler olmuş, ayıplayanlar da.
“Duyan duysun ne yapalım yani” diye omuz silkmiş genç kızlar daha sonraki günlerde; kızgınlıkları geçip, öfkeleri yatışınca.
“Allah nasip ederse Ankara’nın içine…” ilk giden de Deli Şerif olmuş Ankara’ya; başka birini hatırlamadığını söylerdi annem.
Dudağı boyalı kadın şair tabiatlı mıydı, şiir biliyor muydu acaba… Anneme sormak aklıma gelmedi, onunda aklına gelmemiştir sormak, öyle umuyorum. Şair ve şiirin ne olduğunu bilseydi sorardı, hayata karşı bilme ve öğrenme arzusu vardı annemin: Hiç kaybetmedi ölünceye kadar.
“Hayatın şairi olan ölümün şiirini yazar.”
Nerede kalmıştık diyelim mi?
Koca ağızlı ocakta yanan harlı ateşin kenarında kaynayan çorba tenceresini karıştırmaya devam eden dudağı boyalı kadın, ses tonunu ayarladıktan sonra annemin sorusuna şöyle cevap vermiş:
“Köyün en deli dolu kızına talip oldum; sebebi şu: Deli dolu olanın saklısı gizlisi olmaz, sevdi mi tam sever, sevmedi mi açık eder duygularını… Fitne fesat peşinde koşmaz, dedikodu bilmez, açık ve seçiktir. Lafını sözünü çekmez, hakkını korur, haksızlığa karşı durur, haksızlık yaparsa inkâr etmez, saklamaya gizlemeye kalkmaz. Utanmaz gibi görünür ama namusuna düşkündür. Arsız gibi görünür ama saygıda kusur etmez.”
Annem ağzı açık dinlemektedir dudağı boyalı kadını: Duydukları tüm bildiklerini tartışmaya açmaktır zihninde; hatta yıkmakta ve göçertmekte. Önce kendi hayatını gözden geçirmeye başlar; duyduklarıyla o güne kadar yaşadıkları birbirinin tam zıddıdır. Utanmayı marifet saymıştır, örtünmeyi, saklanmayı namus olarak öğrenmiş ve yaşamıştır; neler söylüyordu bu kadın böyle.
Annemdeki dalgınlığı, gelgitleri fark eder dudağı boyalı kadın: “ Ne oldu, duyduklarına inanamadın mı?” diye sorar o şuh kahkahalarından birini daha atarak.
Kem küm etse de aklından geçenleri okunmuştur; gevşek gibi duran başındaki yazmayı sıkılar annem; okunmasını engellemek ister aklından geçenleri ama şehirli kadın yamandır:
“Düğünlerde oynayan kız aradım çünkü düğünlerde oynayan, oynamayanı bile oynatan kız, medeni cesaret sahibidir. Cesaret sahibi insanlar kolay uyum sağlar, hemen alışır bulunduğu ortama. Çabuk dostluk kurar, eş dost arkadaş edinir.” Diye sözlerine devam eder. Şaşkınlığı hayrete dönüşür annemin, ne çok bilmediği şey varmış bu şehirli kadının. Oyun bilmediği, düğünlerde oynamadığı için önce ince bir hüzün düşer gönlüne, sonra kızgınlığa dönüşür bu hüzün. Dudağı boyalı kadın devam eder:
“Akranları arasında güzel türkü söyleyen aradım ve siz beni yanlış anladınız değil mi?” Altüst olmuş bir haleti ruhiye içinde başını sallar annem; doğru anlamındadır bu baş sallayış.
“Güzel türkü söyleyen kabiliyetlidir, beceriklidir, güzel iş yapmaya meyillidir bacım. Çabuk öğrenir bu insanlar, çabuk kavrar; en iyisini, en güzelini ve en yakışanını yapmak için uğraşırlar. Siz iki üç sene sonra görün Şerif kızımı, nasıl değişecek, nasıl adını duyuracak konuya komşuya. Namı size kadar gelecek, övüneceksiniz onunla, gurur duyacaksınız. Deli Şerif dediğiniz kız, utandıracak hepinizi…”
Çorba pişmiş, kıvama gelmiş olacak ki, dudağı boyalı kadın indirir tencereyi harlı ocaktan. Mis gibi kokmaktadır tahrana çorbası, nane ve kekik kokusu genzini yakmaya başlar annemin. Tahrana çorbasına nane ve kekik mi konurmuş; sormaya utanır, utandığı içinde mahcup olur bir kez daha.
Bir kaşık içmek, tatmak ister ama ah şu alışkanlıklar; müsaade etmez ki, ayıp olur sonra. Kadın bu duygularını da sezmiş gibi tahta kaşığı uzatır anneme, bir kaşık olsun tat çorbamdan der; belki bir daha nasip olmaz. “Gidip de dönmemek var, gelip de görmemek…”
İçtiği o bir kaşık çorbanın tadının hala damağında olduğunu söylerdi annem, öylesine hoş, öylesine lezzetli gelmiş. Ve hep o çorba benzeri tahrana çorbası pişirmeye gayret etmiş ama o tat ve lezzeti yakalayamamış bir türlü.
Ertesi gün ayrılmışlar köyden, Deli Şerif büyüklerin ellerini öpmüş, küçüklerin gözlerini; akranlarına sarılmış ve gözyaşı dökmüş dostça, arkadaşça. Kayınvalidesi de aynı duygularla veda etmiş köy kadınlarına, genç kızlara dönmüş ve demiş ki: “ Boş yere utanıp, sıkılıp durmayın öyle, yeter ki utanılacak şeyler yapmayın…” Usulca gülmüş boyalı dudaklarını kıvırarak: “Allah utanılacak şeyler yaptırmasın.” İlave olarak.
Kimi ‘Âmin’ demiş, kimi ayıplamış kadını; giderayak laf sokuşturdu diye.
Annem ilk kez Deli Şerif’in kocasına bakabilmiş o gün, kahverengi gözleri huzurlu ve mutlu bakıyormuş. Hele Şerif Hanım’a bakarken coşku içinde parlıyormuş, hafiften kıskanır gibi olduğunu da saklamazdı annem. Eh, beş genç kız anası olmak kolay mı; nasıl kıskanmasın.
Annemin anlattıkları bu kadar mı? Elbette hayır… Ne güzel konuşurlardı o eski ve hiç eskimeyen yıllarda yaşayan insanlar; annem de bunlardan biriydi.
“Köy delisiz, şehir şairsiz olmaz…”
Köyün regülatörüdür deliler, toplumsal enerjiyi normal seviyede tutar, akıl ayarlarının bozulmasını engellerler. Kızgınlıklar deliler üzerinden soğur, öfkeler söner delilerin araya attıkları sözlerle.
Şairler şehirlerin delisidir, milletin sesi ve soluğu olur şiirleri. Yol tarifi yapmaz şairler, yola düşmüş yol delilerdir yolcu olmasalar da. Şairlerin sayısı azalırsa, toplumun enerjisi artar, sıkıntıyı ve stresi yaşar şehirler.
“Delinin bir aklı varmış onu yaşarmış; akılının bin aklı varmış ama hiç birini yaşayamazmış.” Buna dairdir bu tespit.
“Şairlerin bir yolu varmış hiçliğe çıkarmış o yol; şairleri deli sananların bin yolu varmış, çıkmazmış hepsinin sonu.”
Günlerdir ayaz kesti Kızılcahamam; üşüdük doyasıya ama üşütmedik çok şükür. Üşütseydik eğer hiç der miydik?
“Delisiz köy, şairsiz şehir olmaz.”
Siyasetçilerde payını almalı bu sözden: Deliler gibi dostça, samimiyetle yapılmalı siyaset… Şairler gibi delice sevilmeli şehirler, şiir gibi anlamlı ve manalı olmalı üretilen hizmetler.
Siyasi ikballer uğruna çıkmazlara götürülmemeli bu halk, şairler gibi yol bulunmalı, yola çıkarılmalı, yolcu olunmasa da… İster deli desinler, ister şair; kırgınlıklar onarılmalı, kızgınlıklar soğutulmalı, öfke dindirilmeli, nefret söndürülmeli: Orhan Veli gibi dinlenmeli Kızılcahamam, ister gözler açık olsun, ister kapalı… Yahya Kemal gibi bir tepeden bakılmalı Kızılcahamam’a; menfaat ve çıkar kaygısı olmadan yüreklerde: Seçilmek için olmamalı mücadele, sevmek ve sahip çıkmak uğruna olmalı: Aziz olan böyle sevilir, böyle sahip çıkılır çünkü…
Seven sahip çıkar, sahip çıkan korur ve kollar; önce delileri, sonra şairleri: Daha açıkçası her şeyi olduğu gibi…
Saygılarımla