Bu yazının üst başlığını şöyle koymakta mümkündü; “Ne ettik, neden kaybettik…”
Güzelde olurdu aslında; birileri kaybedince ona kaybettirenler, bu kayıpta hisseleri bulunanlar veya toplum olarak topyekûn kazançlı çıksak; derin bir oh çekmek, kaybedenin bu kaybedişine sevinmek doğru ve yerinde olurdu. Ne var ki, kaybedenle birlikte ilk önce etrafında bulunanlar, sonra ona kaybettirenler veya bu kayıpta hissesi olanlar, daha sonra toplum olarak hep birlikte kaybediyoruz. Ortaya çıkan bu topyekûn kaybedişe nasıl sevinelim, nasıl kaybedeni teneke çalarak kovalım, gönderelim veya uğurlamaya kalkalım: Gülünç olmaz mı bu!
Yanlış anlaşılmasın teneke çalmak, genel bir halk tabiri; her evde davul bulunmaz ki çalınsın, ama teneke vardır. İster öfke duyulan veya istenmeyen olsun, ister baş belası olarak görülen veya algılanan olsun, ister uğursuz bilinen veya uğursuzluğuna inanılan olsun; böyle tanımlanan ve hedefe konulan birinin, bulunduğu yerden ayrılışı, ola ki uzaklaşması sonucu duyulan memnuniyeti ortaya koymak için gösterilen sevinç, teneke çalmak olarak yorumlanmış olabilir… Bu tabir böyle girmiş olabilir dilimize, bilinmez ki… Belki de çalan olmuştur o meşhur tenekeyi kim bilir; çok eski zamanlarda, başka bir deyişle geçmiş günlerin birinde.
Ben nereden bileyim demek bu tabire uyar, hiç karşılaşmadım ki böyle bir uğurlamayla; geçmiş devirde neler yaşandığını kestirmek, hayal etmek, hele böyle bir manzarayı insanın zihninde şekillendirmesi hayli zor ve müşkül. Sadece duymuşluğum var, kulağımın bir kenarına, arandığında bulunan bir yere sıkışıp kalmış bu tabir.
30 Mart 2014 pazar günü yapılan yerel seçim sonuçlarını öğrendikten sonra neden bilinmez, acemi balıkçıların sıkça başına gelen, dikkatsiz balıkçıların da ara sıra yaşadıkları; fırlatırken herhangi bir yerlerine takılan olta iğnesi gibi şu soru aklıma takıldı kaldı: “Ne etti, neden kaybetti?”
Çıkarmak istedikçe daha bir derinlere kaydı, unutmak istedikçe geldi ve tam zihnimin ortasına bağdaş kurup oturdu bu arsız soru. Ne etmiş, neden kaybetmiş, kaybeden kim demeyin masum bir ifadeyle; kim olduğunu siz benden daha iyi bilirsiniz: Tabi ki Coşkun ÜNAL…
Kaybetmek kelimesi bir isim-fiil ama bu kelime olumsuzluğu da bünyesinde taşır; bu olumsuzluk şunu söyler kaybedenlere: İnsan sahip olduğu birçok şeyi kaybedebilir.
Bu kaybedişin çeşitli sebepleri vardır; düşürülerek olabilir bu kaybediş, unutarak da. Düşürdüğünü arayarak bulmaya çalışır insan, unuttuğunu hatırlayarak. Oynayarak ortaya çıkan kayıplar yok mu, var; kumar mesela. At yarışları, şans oyunları ve borsa gibi kötü ve riskli ama hukuki kaybetme alanları da mevcut yaşanan hayat içinde. Bu kötü ve riskli alışkanlıkların ortaya koyduğu faaliyet alanlarında da kayıplar yaşanabilir, hem de ne kayıplar. Bu alanlardaki kayıplarda ne düşürmek vardır, nede unutmak; iradi kayıplardır bunlar. İradi olmayan hayati kayıplar yok mu; var elbet. Ne bulunması, ne hatırlanması, nede telafisi mümkündür bu kayıpların; örneğin can kaybı…
Bu kayıp meselesini siyasi alana taşımakta mümkün; demokratik sistem içinde seçimler yapılır; yapılan bu seçimlerin sonucunda bir kazanan, çokça kaybeden çıkar ortaya.
Gerçi oyları artmasa bile, var olan oylarını korumayı kazanç gören siyasi bir anlayışta gelişti son zamanlarda ama olsun; korumak kaybetmekten evladır. Hele siyasi konum ve ikballerini kurtarmak için çıkarcı ve yanıltıcı bir mantıkla, küçücük oy artışlarını kendi geliştirdikleri ve yalnız kendilerinin baktığı bir büyüteç altına alarak görkemli rakamlar haline getiren, başarı olarak gören ve ilan eden siyasetçiler de yok değil. Her ne hal ve durumda olursa olsun, bu yapılanlar kaybedilen seçimin kuru ve yavan tesellisinden başka bir şey olamaz ve de olmamalı.
Kaybetmenin sosyal hayat içinde başkaca faaliyet alanı yok mu; olmaz mı? Hiç olmadık bir mesele yüzünden en samimi dostumuzu kaybedebiliriz; dedik ya bu kelimenin olumsuz yanı çok. Olumsuz olan her şey gibi sosyal birçok yönü var kaybetmenin ama kaybetmek ne bir öğreti olmuştur bugüne kadar, nede tavsiye edilen bir hayat anlayışı.
Neden bazı konu başlıklarını bu kadar uzatıyorum; yazarken sıkılmaz, okuyanı da sıkmaz mıyım? Sıkıldığımı söyleyemem ama zorlandığım, o konu ve başlık için zihnimi altüst ettiğim, yorduğum, perişan ettiğimde bir vaka. Başta bildiklerimi, sonra yaşadıklarımı tek tek gözden geçirmek zorunda kalıyorum böyle zamanlarda. Eğer tatmin olmazsam, daha sonra içinde bulunduğum sosyal hayatı bütün cepheleriyle ele almaya, o konu ve başlık hakkında yaşanan önemli hadiseleri hatırlamaya çalışıyorum. Bu hadiseleri önem sırasına göre ayırmak, uygun olanı önce tespit, sonra tercih ederek misal ve benzetmelerle anlatmaya kalkmak zahmet ve meşakkat verici bir uğraşı.
Azgın ve bulanık sel sularına delice bir cesaretle balıklama atlamakla eşdeğer hayatın akışına dalmak, yaşanan onca hadise içinde aranan bilgi ve yaşanmışlığı aramak ve bulmaya çalışmak. Sabırla, ısrar ve tekrarla bu dalış ve kapılışları sürdürmek gerekir…
Aranan o bilgi ve yaşanmışlık mutlaka bulunur sabırla yapılan bu dalış ve kapılışlar sırasında; kişi eğer ısrar ve tekrarında gerçekten ciddi ve samimi ise.
Yıpratıcı olur bu dalış ve kapılışlar, hele yaşanmış hayatların akışına kapılmak yorar insanı, bitkin düşürür. Ne ki aranan bulduğunda yeni ve farklı enerji akın eder her bir hücreye; akıl tatmin olur, ruh eski sakinliğine bürünür yavaşça. Ah keşke sıkılmadan okuyan birileri olsa der; o hep yazarlığa özenen içimdeki zavallı: Yaşamın özü ve bu özde birikmiş sözlerdir bu yazdıklarım diye de mırıldanır kendi kendine.
Bu yüzden uzatmıyorum yazılarımı; kurduğum cümleler bu yüzden anlaşılmaz değil; sadece bir öykünme, bugünü anlatırken geçmişi ve geçip giden yaşanmışlığı bir parça dile getirmekten ibaret.
Çoğu insan gibi Coşkun ÜNAL’ da 30 Mart 2014 yerel seçimlerini kaybedeceğini beklemiyordu; aklından bile geçirmiyordu kanaatimce. Beş yıllık icraatına, verdiği emek ve alın terine bakarak bu yanılgının içine düştüğü de kanaatlerim arasında. Son yazılarımın birinde şöyle bir cümle kurmuştum yanlış hatırlamıyorsam:
“Fazla hizmet halka eziyettir…”
İstemiştim ki, bu yazıyı okuyan ve bu cümle üzerinde bir parça dikkatini yoğunlaştıran birileri çıksın, önce düşünsün, bulduğu cevap tatmin etmezse bir bilene veya bu cümleyi kuran bana sorsun:
“Neden böyle bir cümle kurma gereği duydun, siyaseten ne ima etmek istiyorsun, neyin anlatımıdır bu söz…” Muhatap bir bilense ne der, hangi görüş ve düşüncesini beyan eder bilemem. Eğer sorunun muhatabı ben isem:
“Neden böyle bir cümle kurduğumu, beni böyle düşünmeye sevk eden saik nedir anlatmaya çalışırdım. Hem de severek, aşkla, şevkle…”
Beklemedim diyemem ama ne yazık ki çıkmadı böyle birisi. Madem çıkmadı belki ilerde birilerine lazım olur; bu yüzden anlatmalıyım neden böyle bir cümle kurduğumu, bu sözün siyasi açılımını.
Coşkun ÜNAL seçildikten hemen sonra, yasal görevlerini eksiksiz yapmak, bunun yanı sıra değişik alanlarda hizmet üretmek için yarıştı kelimesi yetersiz kalır, adeta saldırdı Kızılcahamam’ın üstüne. O sıralarda da yazmıştım:
“ Ne oluyor, nedir bu toz duman; yaptığınızı ne görmek mümkün ne yapılan hizmeti seçmek… yavaş olun biraz” demiştim kendi üslubum içinde.
İlave yazılarımda:
“Hayat sıralı ve sürelidir. Yapılan veya yapılacak olan her şeyi bir sıraya koymak, bir süreye bağlamak daha uygun ve yerinde olur” gibi cümleler kurduğumda aklımın ajandasında.
İnsan bünyesi gibidir toplum hayatı; insansız toplum yok ki zaten. Nasıl insan bünyesi ihtiyaçlarını belirlerken belli bir sıraya ve süreye koyarsa; toplum da ihtiyaçlarını belli bir sıra ve sürede içinde karşılanmasını ister; görev yapan veya hizmet üreten kurumdan bekler.
Ne var ki, geleceğin kaygı ve inşası içinde olan kurum ve kuruluşlar, toplumun bu arzusunu beklemeden, ileride oluşabilecek ihtiyaçları bugünden karşılamak için bazı görev ve hizmetleri vizyon adı altında kavramsallaştırır, hayata taşır ve icrasına başlar.
Önceden inşa ve ifasına başlanan bu görev ve hizmetleri toplum algılamakta zorlanabilir, hatta gereksiz bulabilir. İşte bütün mesele bu algıyı önceden oluşturmak; tepkiye dönüşmeden de bu görev ve hizmetleri yeterli bir lisan, hatta üstün bir hitabetle halka anlatabilmektir.
Siyasi zekâ bunu gerektirir, bunu yapan siyasetçi muhalefetteyse iktidara yürür, iktidardaysa yerini pekiştirir.
Peki, Coşkun ÜNAL’ ın böyle bir vizyonu var mıydı; varsa bu plan, projeleri ve tasarıları hayata geçirmeye kalkıştı mı? Bu vizyonun emarelerini ortaya koymadan, inşa ve ifasına başlamadan önce; bunları halka anlatmak, zihinlere oya gibi işlemek zahmetine girdi mi, girişiminde bulundu mu?